sponsorlu reklam Admatic -sponsor

TÜRKLERDE DEVLET TEŞKİLATI KONU ANLATIMI,DERS NOTLARI PDF İNDİR

TÜRKLERDE DEVLET TEŞKİLATI KONU ANLATIMI,DERS NOTLARI PDF İNDİR
TÜRKLERDE DEVLET TEŞKİLATI KONU ANLATIMI,TÜRKLERDE DEVLET TEŞKİLATI DERS NOTLARI PDF İNDİR, TÜRKLERDE DEVLET TEŞKİLATI, TÜRKLERDE DEVLET TEŞKİLATI 11.SINIF DERS NOTLARI, 

I. ÜNİTE: TÜRKLERDE DEVLET TEŞKİLATI  
A. İLK TÜRK DEVLETLERİNDE DEVLET TEŞKİLATI
1. İlk Türk Devletlerinde Devlet Anlayışı
OK VE YAY MÜNASEBETİ
Oğuz Kağan altı oğlu ile birlikte dünyayı fethedip cihangir olduktan sonra anayurduna döndü. Büyük bir kurultay topladı ve halka şölen verdi. Üç büyük oğlu “Bozoklar” sağda, üç küçük oğlu “Üçoklar” solda oturdu. Oğuz Kağan oğullarına şöyle seslendi:
“Ey oğullarım, ben çok savaştım, artık çok yaşlandım. Düşmanlarımı ağlattım; dostlarımı sevindirdim. Gök Tanrı’ya borcumu ödedim.”
Daha sonra Oğuz Kağan yurdunu oğulları arasında taksim etti. Ok-yay münasebetine göre Üçokların Bozoklara tabiyetini bildirdi. Töreye ve birliğe bağlı
kalmalarını vasiyet etti.

ÇİNLİLERE GÖRE UYGURLAR
MS X. yüzyılda Turfan’a gelen Çin elçisi Uygurlar hakkında şunları söylemiştir: “Onların devletinin içinde hiçbir fakir insan yoktur; yiyeceği olmayanlara devlet hesabından yardım edilir. Onların birçokları yüz yaşına kadar yaşar. Olgunluk çağına erişmeden ölenler hiç görülmemiştir.” Prof. Dr. Bahaeddin ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş, C 1, s. 121.

SOSYAL ADALET
“Aşina” adlı bir Kök maddi refahı artırmak içir yıl hiç vergi almamış ve kendisi yoksul duruma Bazı beyler, onun bu d konusu yapmak istemi “Ben ancak halkım z huzur duyarım.” diye vermiştir.Prof. Dr. Salim KOCA, “Eski Türklerde Devlet Geleneği ve Teşkilat”, Türkler Ansiklopedisi, C 2, s. 831

Türklerde bugünkü anlamda devlet, “il” (el) kelimesi ile ifade edilmiştir. Budunların (milletlerin) bir yönetim altında birleştirilmesiyle oluşa koruyarak milleti huzur ve barış içinde yaşatmayı amaçlaya teşkilattır.
“İl” kelimesi aynı zamanda barış anlamında da kullanılmıştır. Bunun temel sebebi Türklerde devletin ve barışın birbirini tamamlayan iki in görülmesidir. Bu iki unsurun sürekliliğini sağlamak isteyen devlet > devletin temelini adalet üzerine oturtmuşlar, ülke içinde adaleti saç önemli yükümlülük olarak kabul etmişlerdir. Buna bağlı olarak halk adamlarında aradığı ilk özellik herkese adil davranmaları olmuştur.
Türk devletlerinde yönetme yetkisini Gök Tann'dan alan kağan, bu yetkiyi sadece kendi devletinde değil yeryüzündeki bütün insanlar üzerinde kullanmıştır. Bu doğrultuda kağan, dünyayı hâkimiyeti altına alarak yönettiği bütün insanları adaletli bir yönetim ile huzur, refah ve barış ortamında yaşatmayı görev kabul eder. "Türk cihan hâkimiyeti" olarak adlandırılan bu görev ilk Türk devletlerinden başlayarak süreklilik arz eden millî bir ülkü hâline gelmiştir.
Eski Türklerde ''İl (devlet) gider, töre (hukuk kuralları) kalır." sözü kullanılmaktadır. Bu söz dikkate alınarak devlet, töre vb. ile ilgili neler söylenebilir?
Türk devletlerinde hiçbir zaman keyfî bir yönetim uygulanmamış ve devlet belirli kurallara göre idare edilmiştir. Yeni kurulan devlette ya da iktidar değişikliğinde kağanın yaptığı ilk icraat töreyi tespit etmektir. Töreye uymayan kağanlar, Tanrı ve halk nezdinde saygınlığını kaybederek iktidardan uzaklaş­tırılmıştır.
Türklerde devletin halkla ilişkisi baba-evlat anlayışı şeklindedir. Devlet halkın her türlü ihtiyacını karşılayıp sosyal adaleti sağlamak, halk da devlete karşı üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmek zorundadır.
TÜRKLERDE DEVLET ANLAYIŞI
-Devlet için "baba" sıfatı kullanılmıştır. Toprak ise "devlet baba"nın koruduğu "ana vatan" şeklinde ifade edilmiştir.
-İcraatlarından memnun olunmayan yöneticiler yönetimden uzaklaştırılmıştır.
-Halk, yöneticiler tarafından Tann'nın emaneti olarak kabul edilmiştir.
Yrd. Doç. Dr. Bülent ATALAY, "Türk Devlet Geleneğine Göre Devlet Adamlarında Bulunması Gereken Asgari Hususiyetler", Türkler Ansiklopedisi, 0 2, s. 865 (Düzenlenmiştir.)
Türklerde devlet "bağımsızlık, halk, ülke ve teşkilat" olmak üzere birbirini tamamlayan dört unsurdan meydana gelmiştir.

a) Bağımsızlık (Oksızlık)
TÜRKLERDE BAĞIMSIZLIK ANLAYIŞI
MÖ 36’da savaşta ölen Hun Hükümdarı Çi-çi, kendisini imha edecek Çin hücumunu beklerken aşağıdaki konuşmayı yaptığı rivayet edilir: 
“Boyun eğmeyeceğiz. Zira öteden beri Hunlar kuvveti takdir eder, tabi olmayı hakir görürler. Savaşçı özelliklerimiz sayesinde adı yabancıları titreten bir ulus olduk. Zira bilirler ki savaşta muhariplerimizin kaderi ölümdür. Biz ölsek de kahramanlığımızın şöhreti kalacak, çocuklarımız ve torunlarımız diğer kavimlerin efendisi olacaklardır.” 

TÜRK MİLLETİNİN ÖZELLİKLERİ
Çinliler, Doğu Köktürk Hakanlığı’nı işgal ettikten sonra Türkleri Çince konuşmaya, Çinliler gibi giyinmeye, Çin âdetlerini kabul etmesi için İşbara Kağan’a baskı yapmaya başladılar. Bunun üzerine İşbara Kağan Çin İmparatoru’na gönderdiği mektupta şöyle cevap verdi: “Size bağlı kalacak, haraç verecek, kıymetli atlar hediye edeceğim. Fakat dilimizi değiştiremem, uzun saçlarımızı kestiremem, halkıma Çin elbiseleri giydiremem. Âdetlerinizi, kanunlarınızı almama imkân yoktur. Çünkü bu bakımdan bütün milletim hassasiyetle çarpan tek kalptir.” 
“Oksızlık” olarak adlandırılan bağımsızlık, Türklerde çok eski zamanlardan beri var olan karakteristik bir özelliktir. Bağımsızlık duygusunun oluşması ve gelişmesinin temelinde bozkır kültürü önemli rol oynamıştır. Türklerin atlı göçebe hayat tarzını benimsemeleri, özgür bir yapıya sahip olmalarına, dolayısıyla bağımsızlığın millî bir karekteristik özellik hâline gelmesine sebep olmuştur. 
Orhun Kitabeleri’ndeki “(Çin’in) Tatlı sözüne yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok çok Türk milleti öldün… (Eğer) Güney’de Çagay Ormanı’na, Tögültün Ovası’na konayım dersen Türk milleti öleceksin.” cümlelerinden anlaşıldığı gibi bağımsızlığı yitirmek, Türk milleti için en büyük felaket olarak görülmüştür. Aynı zamanda Türk devleti ve milleti siyasi istiklal ile birlikte kültür istiklalinin de korunmasına önem vermiştir. Türk tarihinde bu konuyla ilgili pek çok örneğe rastlanmaktadır. 
“O gece gökteki yıldızlar titreşip yanıyor. Ötüken’den gelen sert rüzgâr ciğerlere dolup taşıyordu. Kürşad’ın evinde toplantı vardı. Kürşad’la Bögü Alp güvendikleri Türk beylerinden bir kaçını çağırmışlardı… Yedi kişi az ışıklı bir odada büyük bir iş konuşuyorlardı. Her zamanki gibi ciddi idiler. Fakat başladıkları işin ululuğundan habersiz gibi idiler. Kürşad söze başladı:
Türk beyleri! On yıl süren tutsaklık sona erecektir. Ötüken’de devlet kuran atalarımızın ruhunu daha çok incitmemek, ıssız kalmış bozkırları daha çok güldürmemek, budunu ünsüz bırakmamak, Türk Tanrısı’nı daha çok öfkelendirmemek için devleti yeniden kuracağız. Devleti diriltmek için de Çin kağanına karşı mücadeleyi başlatacağız. Bögü Alp’le bunu kararlaştırdık. dedi.”
Hüseyin Nihal ATSIZ, Bozkurtların Ölümü, s. 389-390. 
Devletin bir diğer unsuru olan “yurt”, Türklerde devletin sahip olduğu ve halkın üzerinde yaşadığı topraklardır. “Ülke”, “uluş” gibi adlarla da ifade edilen yurt “vatan” kavramı gibi kutsal bir anlam taşımıştır. Türklerde ülke, siyasi bağımsızlıkla birlikte düşünülmüştür. Bu yüzden Türkler, özgür olarak yaşadıkları ve hükümranlık haklarını tam olarak kullandıkları sınırlarla ayrılan topraklar “yurt” olarak nitelendirmişlerdir. Bununla birlikte yurdun sınırları devletin gücüne göre daralıp genişleyebilmektedir. 
Türklerde yurt, kağanın korumakla yükümlü olduğu ata yadigârı olarak görülmüştür. Türk hükümdarları vatan toprağını korumayı ve savunmayı kendilerine başlıca görev edinmiş, şartlar ne olursa olsun bu hususta en küçük bir tavize bile yanaşmamışlardır.  

b.Halk (Millet)
METE’NİN ÇİN İMPARATORU’NA YAZDIĞI MEKTUP
“Tanrı’nın yardımı ve şefaati, subay ve askerlerimin yüksek savaş yeteneği atlarımın gücü ve kuvveti ile bütün Yüeçileri ezdik. Böylece göğün altında (yani dünyada) asayiş ve dirlik kurulmuş oldu. Bundan sonra yirmi altı kavmi daha hâkimiyetim altına aldım. Bunların hepsi Hun oldu. Yay çekebilen bütün kavimler tek bir aile gibi birleştiler. Şimdi kuzeydeki bütün ülkelerde dirlik ve düzeni kurdum. Şimdi silahları bir tarafa koymak, subay ve birliklerimi dinlendirmek, atlarımızı beslemek istiyorum… Çocuklarımız ve gençlerimiz büyüsünler, yaşlılarımız ise huzur içinde yaşasınlar.”
Prof. Dr. Bahaeddin ÖGEL, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, s. 65-66.

CENGIZ HAN VE TÜRKLER
Cengiz Han devleti kurduktan sonra hızla ülke sınırlarını genişletirken buradaki nüfus yapısının da değişmesine yol açtı. Bu durumdan rahatsız olan “Tapan” adlı bir Uygur Türk’ü, Cengiz Han’a şunları söyledi: “Siz, insanları öldürüp toprağı boş bırakıyorsunuz. Hâlbuki devlet, insan ve topraktan meydana gelir. İnsansız devlet olmaz!”
Prof. Dr. Bahaeddin ÖGEL, Türk Kültürünün Gelişme Çağları II, s. 28.

TÜRK DEVLETLERINDE HALK
Hazar kağanı ve idarecileri halkın mülküne el uzatmazdı. Bulgarlar arazilerinden elde ettikleri üründen hükümdara bir şey vermeyebilirdi. Özgür olmak isteyen Çin’deki köleler Asya Hun Devleti’ne sığınmışlardır. MÖ 300’lerde Çin’de köle olarak satılan Hunlar köle isyanını başlatmış ve kendi hükûmetlerini beğenmeyen bir Bizanslı, Avrupa Hun Devleti’nde kendi ülkesinden daha hür ve korkusuz yaşadığını ifade etmiştir.
Prof. Dr. Ibrahim KAFESOĞLU, Türk Millî Kültürü, s. 224-225 (Özetlenmiştir.).

Türklerde devleti yaşatan ve hükümdarı başarılı kılan millettir. Bu yüzden Türk milletinin sahip olduğu değerler Türk kağanları ve devlet adamları tarafından hassasiyetle korunmuştur. Türk devletlerinde halk sınıflara ayrılmamıştır. Ayrıca fertler özel hukuk, ekonomik ve sosyal hürriyet ile özel mülkiyet hakkına sahip olmuştur. “Halk devlet için değil, devlet halk içindir.” anlayışının benimsendiği Türk devletlerinde hükümdarın en önemli görevlerinden biri, halkın mutluluğunu ve refahını sağlamak ve kendini halka sevdirmektir. Bütün bu özellikler Türk devletlerindeki temel unsurun millet olduğunu göstermektedir.

c. Ülke
“Yerinden ayrılan yedi yıl, yurdundan ayrılan ölünceye değin ağlar.” (Bir Türkmen Atasözü)
Asya Hun Devleti’nin hükümdarı Mete, tahta çıktığı günlerde komşu Moğol Tunguzların (Tung-hu) vergi olarak istediği birçok şeyi kabul etmiş, onların arazi istekleri üzerine devlet meclisinde yaptığı konuşmada “vatan toprağının kendisine ait bir mülk değil milletin malı ve devletin temeli” olduğunu söylemiş, kimseye arazi vermeye yetkisinin bulunmadığını belirtmiştir. Prof. Dr. Osman TURAN, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi Tarihi, s. 155, 167 (Düzenlenmiştir.)
Devletin bir diğer unsuru olan “yurt”, Türklerde devletin sahip olduğu ve halkın üzerinde yaşadığı topraklardır. “Ülke”, “uluş” gibi adlarla da ifade edilen yurt “vatan” kavramı gibi kutsal bir anlam taşımıştır. Türklerde ülke, siyasi bağımsızlıkla birlikte düşünülmüştür. Bu yüzden Türkler, özgür olarak yaşadıkları ve hükümranlık haklarını tam olarak kullandıkları sınırlarla ayrılan topraklar “yurt” olarak nitelendirmişlerdir. Bununla birlikte yurdun sınırları devletin gücüne göre daralıp genişleyebilmektedir. Türklerde yurt, kağanın korumakla yükümlü olduğu ata yadigârı olarak görülmüştür. Türk hükümdarları vatan toprağını korumayı ve savunmayı kendilerine başlıca görev edinmiş, şartlar ne olursa olsun bu hususta en küçük bir tavize bile yanaşmamışlardır.

ç. Teşkilatlanma
YABANCI GÖZÜYLE TÜRKLER
Çin kronikacısı, büyük küçük bütün savaş vakalarını aynı derece sağlam bir doğrulukla gelecek nesillere devretmiştir. Bundan başka Hun âdetleri, hayat tarzları üzerine faydalı ve tespite değer bulduğu ne varsa onları da toplamıştır. Cemiyetin en küçük birliği olan aileden Hun İmparatorluğu’na varıncaya kadar tam bir nizam ve teşkilat vardır. İmparatorluğun bütünü sağ ve sol taraf olarak ikiye ayrılmış; daha küçük birlikler bu ikisi içinde taksim edilmiştir. Askerî, siyasi her birliğin başında, rütbesi ve salahiyeti tam olarak tayin edilmiş bir şef bulunmaktadır. L. LIGETI, çev.: Sadrettin KARATAY, Bilinmeyen Iç Asya, s. 45-47 (Düzenlenmiştir.).

TÜRKLERDE TEŞKILATÇILIK
Geniş ülkelere ve birçok kavme birden hükmedebilmek, ancak merkeze bağlı ve iyi işleyen güçlü teşkilatlar sayesinde mümkün olabilmiştir. Türkler, çok iyi işleyen idari ve askerî teşkilatlar kurarak tarih sahnesine çıkmışlar, geniş sahalara ve büyük topluluklara hükmetmişlerdir. Özellikle Oğuz Kağan Destanı’nda da belirtilen boy teşkilatı ile Büyük Hun Hükümdarı Mete’nin askerî ve idari teşkilatı, bütün Türk tarihi boyunca devam etmiş ve devlet kurucularına örnek olmuştur. Prof. Dr. Salim KOCA, “Eski Türklerde Devlet Geleneği ve Teşkilat”, Türkler Ansiklopedisi, C 2, s. 827.
– Avar, Peçenek, Kuman Türkleri, o zamana kadar devlet kuramamış olan Romenleri ve Balkan Ulahlarını teşkilatlandırarak tarih sahnesine çıkmalarına ön ayak olmuşlardır. 
– Türkler, Çin, Afganistan, Belucistan, Hindistan, Rusya, Macaristan ve Bulgaristan gibi ülkelere teşkilatlanma konusunda örnek olmuştur. Prof. Dr. Bahaeddin ÖGEL, Türk Kültürünün
Gelişme Çağları, s. 73-75 (Özetlenmiştir.)
Türklerin devlet teşkilatında gösterdikleri başarılar, medeniyet tarihinde ön plana çıkmalarını sağlamıştır. Devletin millî varlığı koruyan, yaşatan ve geliştiren vazgeçilmez bir kurum olduğu bilincine erken ulaşan Türkler Orta Asya’nın tamamına hâkim büyük devletler kurmuşlardır. Zaman zaman bu bölge dışına da çıkarak yeni devletler meydana getirmişlerdir.
Türkler tarihin hiçbir devrinde devletsiz kalmamış ve birçok topluluğa devlet teşkilatlanması konusunda örnek olmuşlardır. Boylar hâlinde yaşayan Türkler, atlı göçebe kültürünün getirdiği özellikler ve her an düşmanla karşılaşma ihtimalinden dolayı disiplinli ve teşkilatlı olmak zorundadır.
Her boy kendi beyinin başkanlığında sosyal, iktisadi ve idari bir teşkilata sahiptir. Boy beyi, boya ait bölgeleri idare ederek göçlerde boyun düzen ve disiplinini, diğer boylarla ilişkilerini düzenlemekte ve güvenliğini sağlamaktadır. 
Devleti oluşturan Türk boyları, genellikle kendi isteği ile birleşirdi. Amaç birlik ve beraberliği sağlayarak güven içinde güçlü bir şekilde yaşamaktı. Boyları bir araya getirip birleştiren boy beyi tahta çıkarak kağan olur, daha sonra yeni devletin teşkilatlandırılmasına geçilirdi. Kağanın yakınları ile ona destek veren boy beylerine devletin en önemli görevleri verilirdi. Bu görevlileri idari teşkilatın çekirdeğini oluştururken kendi alt kadrolarını da kurardı. Yeni hükümdarın komşu ülkelerle diplomatik ilişkileri başlatması (elçi göndermek ve kabul etmek, devletlerle ittifaka girmek, anlaşmalar imzalamak vb.) kurulan devletin hukuken tanınmış olması anlamına gelmekteydi.

2. Türklerde Ordu
SEYYAHLARA GÖRE TÜRKLER
Savaş hevesi azalır diye barış zamanlarında büyük avlar tertip ederlerdi. İrili ufaklı birlikler hâlinde toplanarak düşman üzerine, hem de şaşırtıcı bir hızla baskınlar yaparlardı. Eğer tesadüfen karşılarına hakkından gelemeyecekleri bir kuvvet çıkmış bulunursa karmakarışık bir hâlde kaçmaktan çekinmezlerdi. Ama onlar kaçışı bile bir harp tuzağı hâline getirirdi. Bir aralık şimşek hızıyla geri döner, çabucak ve sıkı bir intizamla sıraya girerek ne olduğunu anlamayan düşmanın üzerine saldırırlardı. Savaşta gösterilen cesaret ve yararlığa çok kıymet verdikleri söylenebilir. 

YABANCILARA GÖRE TÜRK ASKERİ
Ammianus: “(Hunlar) piyade olarak savaşmaya hiç alışkın değillerdi. Şaşılacak kadar uzak mesafelere attıkları ve demir kadar sert ve öldürücü sivri kemikten uçlu oklarını atmada gösterdikleri maharete hiç kimse erişemezdi… (Hunlar) Iyi savaşçılar olup yay ve kement kullanmakta eşsizdiler.” 
S. T. Efraim: “(Hunların) Haykırmaları aslanların kükremesini andırır. Atları üzerinde ufukta bir fırtına gibi uçarlar. Ordularıyla bir tufan gibi kapladıkları bütün arz üzerinde dehşet uyandırmışlardır. Silahlarına karşı gelebilecek kimse mevcut değildir.” 
Çinliler: “Türkleri üstün yapan atlıları ve okçularıdır. Kendilerine uygun gelirse şiddetle saldırırlar, tehlikede olduklarını sezerlerse rüzgâr gibi kaçarlar, şimşek gibi kaybolurlardı.” 

Türklerin büyük devlet kurmalarındaki en önemli etkenlerden biri güçlü ordulara sahip olmalarıdır. Bu yüzden ordu Türk devletlerinin hem temelini hem de başlıca güç kaynağını oluşturmuştur. Bozkır hayatının zor şartları Türkleri mücadeleci ve disiplinli bir yapıya sahip olmalarını gerekli kılmıştır. Günlük yaşantı içinde var olan bu disiplin anlayışı, savaş sırasında da bütün milletin iç teşkilatını bozmadan bir ordu gibi harekete geçmesini kolaylaştırmıştır. Askerliğin özel bir meslek sayılmadığı Türklerde ailesini ve malını korumak isteyen herkes asker olarak yetişmek zorundadır. Bu yüzden Hazar Hakanlığı’ndaki yabancı askerler istisnai olmak üzere Türklerde ücretli askerî bir sınıf yoktur. Halk içinde kadın erkek ayrımı yapılmaksızın hemen her Türk, iyi bir asker ve her an savaşa hazır durumdadır. Bu yüzden Türk milleti için “ordu-millet” deyimi kullanılmıştır. Sürekli bir ordunun bulunduğu Türk devletlerinde ordunun temeli süvarilere dayanmıştır. Bununla birlikte Türk ordusunda az da olsa “yaya birlikler” yer almıştır. Örneğin İlteriş Kağan, 680 yılında istiklal mücadelesine başladığı zaman komuta ettiği ordunun üçte ikisi atlı, üçte biri ise yayadır. 
İlk düzenli ordu Büyük Hun Hükümdarı Mete tarafından kurulmuştur. Türk ordusu günümüze kadar gelen ve başka devletlerin ordularına da örnek olan“onlu sistem”e göre; teşkilatlandırılmıştır. Onlu sisteme göre; en büyük birlik 10 bin kişilik olup bu birliğe “tümen” adı verilmiştir. Tümenler de 1000’li, 100’lü ve 10’lu olmak üzere kademeli olarak küçülen birliklere ayrılmaktadır. Bu birliklerin başlarında da derecelerine göre, “tümenbaşı”, “binbaşı”, “yüzbaşı”, “onbaşı” gibi unvanlar taşıyan birer komutan bulunurken en küçüğünden en üst rütbesine kadar ordu belli bir kumanda zincirine bağlanmıştır. Devletin güçlerinin tamamı öncelikle kabile, soy vb. ayrılıklarına bakılmaksızın 10’lu sisteme göre taksim edilip sonra da merkezden tayin edilen kumandanlar ile tek elden sevk ve idare edilmiştir. 


TÜRKLERIN ASKERÎ ALANDA ETKILERI
– Roma ordusunda onlu sistem uygulandı. IV. yüzyıl sonlarında bu orduda yay kullanılan en önemli silah oldu. 
– Batı’da ceket ve pantolon giyilmeye başlandı. 
– Avrupa’da üzengi kullanımı Avarlarla yaygınlaştı. 
– V. yüzyıl başlarında “Turan” taktiğinin uygulanmaya başlandığı Bizans ordusunda Türk giyim tarzı ve saç biçimi de tercih edildi. 
– IX. yüzyıl ortalarında Ruslar, Hazar, Peçenek ve Kuman; Balkan Slavları ise Tuna Bulgarları aracılığı ile hem eğitim hem teçhizat (silah, tuğ) yönlerinden Türkleri örnek alan askerî güçler oluşturdu. 
– Cengiz Han ordusunda onlu sistem uygulandı. 
– Süvari tekniğini Türklerden öğrenen Çinliler Türk süvari kıyafeti olan ceket, pantolon ve çizme kullanmaya başladı. 
– Çinliler ve Avrupalı kavimler et konservesi yapmayı da Türklerden öğrendi.Prof. Dr. Laszlo RASONYI, s. 68-74 (Düzenlenmiştir.).

Türk kağanı her savaşta ordunun başında bulunur ve orduya bizzat komuta ederdi. Ordunun diğer komuta heyetini de hükümdar ailesinin fertleri ile akraba boyların başkanları meydana getirmiştir. İdarecilerin hepsi aynı zamanda ordu kumandanları idi. Ordu merkez, sağ ve sol olmak üzere üç sistemli bir yapıya sahipti. Ayrıca bu asıl ordu dışında sınır boylarında doğrudan doğruya kağana bağlı askerî birlikler de vardı. Başlarında “şad” denilen komutanları bulunan bu askerler, asıl ordu ile irtibat hâlindeydi ve merkezin haberi olmadan hiçbir hareket yapamazdı. Hunlar zamanında Çin’den alınan sınır bölgelerine Türk boyları yerleştirilirdi. Bu bölgelere yerleştirilenlere toprak verilip vergiden de muaf tutularak askerî başarının kalıcı olması sağlanmaya çalışılırdı. Köktürk kağanlarının bahadırlardan seçilmiş özel bir muhafız birliği bulunmaktaydı. Bu muhafız birliğinin askerleri ise “böri” (kurt) adıyla anılmaktaydı.
İlk Türk devletleri ordularında önemli askerî faaliyetler için kullanılan bazı özel birlikler de bulunmaktaydı. Örneğin savaş zamanında düşman ordusunun durumunu öğrenmek için “yelme” denilen keşif kolu gönderilmekteydi. Mani dinini kabul eden Uygurlar, yerleşik hayata geçip et tüketimini bıraktıkları için zamanla askerî özelliklerini kaybettiler.
Türk orduları her çağın tekniğine göre donatılırdı. Çift kavisli yaylar ve Mete’nin icat ettiği ıslık çalan oklar o dönem kullanılan en etkili silahlardı. Üç tarafında delik bulunan bu oklar, atıldığında rüzgârın etkisiyle ses çıkarır ve düşmana korku salardı. Aynı zamanda Türkler dört nala at üzerinde, dört ayrı yönde isabetli ok atmada ustaydılar. İyi kement atarlar, yakın dövüşte mızrak, kargı, süngü, kılıç kullanırlardı. Türk savaşçılarının çeşitli savunma silahları da vardı. Bunların başında kalkan, zırh ve tolga geliyordu. 

TÜRK ORDUSUNDA STRATEJİ
Türklerde savaş için ayın birinci ve ikinci yarısı zamanın gece ve gündüz havanın da yağışlı ya da yağışsız olması gibi durumlar çok önemliydi. Örneğin Hunlar, genellikle ayın ilk yarısında hücuma geçmekteydiler, ayın ikinci yarısında geri çekilmeye başlamaktaydılar. Sürpriz baskınlarda da özellikle ayın dolun hâlinde bulunduğu geceyi tercih etmekteydiler. Öte yandan Türkler yağmurlu havalarda da savaşmaktan daima kaçınıyorlardı. Çünkü yağmurda yayın üzerindeki zamk eriyip kiriş gevşediği için yayın kullanılmasını son derece güçleştirmekteydi. 
Türk savaş sistemi “hareket ve sürat” üzerine kurulmuştu. Savaşta hareket ve sürat üstünlüğünü sağlayan başlıca unsur at idi. Türkler aynı zamanda, savaşta kendilerine avantaj sağlayacak stratejik yer ve mevkileri düşmana kaptırmamaya büyük özen gösterirlerdi. Bu yüzden savaş meydanına düşmandan önce gelerek stratejik yerleri tutarlardı. Ayrıca düşmanın askerî faaliyetlerini önceden öğrenip gerekli tedbirleri zamanında alabilmek için gözetleme kuleleri oluştururlardı. Genellikle çevreye hâkim tepelerde bulunan bu kuleler, bir bakıma ordunun ileri karakollarıydı. Düşmanın durumu ile ilgili haberler, gece kulelerde yakılan ateşler ve gündüz bu ateşlerden çıkan dumanlar vasıtasıyla çok kısa bir sürede merkeze iletilirdi.
Yeni ülkelerin fethedilmesi, keşif seferleri ve yıpratma savaşları sayesinde olurdu. Alınması planlanan bölgeler önce akıncılar tarafından gözden geçirilirdi. Bu keşifler olumlu ise yıpratma harekâtına başlanırdı. Düşmanın yığınak merkezlerine, yol kavşaklarına, yiyecek ve malzeme depolarına seri baskınlar yapılırdı. Bu seferler sırasında düşmanın moralini bozmak için çeşitli rivayetler anlatılırdı. Bu harekât, düşman güçsüz duruma gelinceye kadar devam ederdi. Türklerin en önemli savaş usulleri sahte ricat (geri çekilme) ve pusuydu. Savaşın başlangıcında düşmanın gücünü ölçen Türk komutanlar, onların yüz yüze savaşta yenilmesinin zor olduğunu düşündüklerinde bu taktiği uygularlardı. Süvari birlikleri kaçıyor gibi yaparak geri çekilirdi. Kaçarken ok atmaya devam eden Türk ordusu düşman askerlerini pusu kurduğu araziye çekmeye çalışırdı. Arazinin istenilen yerine kadar ilerleyen düşman burada pusu kuranlar tarafından çembere alınarak yok edilirdi. Türklerin başarıyla kullandığı bu usule Türk yurdunun adından dolayı “turan taktiği” denilmiştir.
turan-taktiği
ORDUDA DÜZEN
Türk ordusunun ideal sayısı 400 bin idi. Tarihî kayıtlara göre, 400 bin kişilik ordu ilk defa Hun Türklerinde görülmüştür. Mete, Çin ordusunu MÖ 203 yılında Peteng Kalesi çevresini 400 bin atlıdan oluşan ordusuyla dört taraftan kuşatmıştır. Bu kuşatmada Hun ordusu, ana yönler ve bu yönleri ifade eden renkler esas alınarak dört kısma ayrılmıştır. Kuzeyde 100 bin yağız (kara=siyah) atlı, batıda 100 bin kişilik ak (beyaz) atlı, güneyde 100 bin kişilik doru (bordo) atlı, doğuda da 100 bin kişilik demir kırı atlı bulunuyordu. Prof. Dr. Salim KOCA, “Eski Türklerde Devlet Geleneği ve Teşkilat”, Türkler Ansiklopedisi, C 2, s. 836.

3. Devlet Yönetimi
Türk devletlerinde merkezi yönetim, kağan, ayuki ve kurultaydan oluşmaktadır.
a.    Kağan
KAĞAN OLMA TÖRENİ
Tanrı’nın kut verdiğine inanılan ve kurultayda seçilen kişi, ülkenin hakanı olurdu. Sonra cülus (tahta çıkma) merasimi düzenleniyordu. Göğe çıkar gibi tahta çıkma töreni denilen bu tören şu şekilde cereyan ediyordu: Kağan, keçe üzerine oturtuluyor ve dokuz defa döndürülüyor, her dönüşte halkı selamlıyor, sonuçta dokuzuncu semadaki Tanrı’nın yanına ulaştığına inanılıyordu. Muhtemelen bu törenin devamı olarak beyler, vezirlerle bir araya gelip saray ortasına bir siyah keçe döşeyip kağanı getirip keçenin üzerine oturtuyorlardı. Beyaz elbise içindeki beyler, yeni kağana bağlılıklarını “Yukarıda güneşe bak, baki olan Tanrı’yı itiraf eyle. Sen onun gölgesisin. Kendi tedbirini onun muradına uydur. Aksi hâlde sana sadece bu siyah keçe kalır.”şeklinde dile getiriyorlardı. Sonra kırmızı elbiseler giyip başlarına birer sorguç (kotuz) takıyor ve kağana taç giydiriyorlardı. Bunun ardından seçilen kağanın boynu ipek bir kaytanla sıkılıyor ve kaç yıl kağan olarak kalacağı soruluyordu. Bu bir nevi “hizmet isteme andı” olarak değerlendirilmektedir. 

KÜL-TİGİN ANITI DOĞU CEPHESİ
"Türk Tanrısı, Türk mukaddes yeri, suyu öyle tanzim etmiş. Türk milleti yok olmasın diye millet olsun diye babam İlteriş Kağanı, annem İlbilge Hatun’u göğün tepesinden tutup yukarı kaldırmış olacak. Babam kağan on yedi erle dışarı çıkmış, dağdaki inmiş, toplanıp yetmiş er olmuş. Tanrı kuvvet verdiği için babam kağanın askeri kurt olduğu için düşmanı koyun gibi imiş. Güneyde Çin milleti düşman imiş. Kuzeyde Baz Kağan, Dokuz Oğuz kavmi düşman imiş. Kırgız, Kunkan, Otuz Tatar, Kitay, Tatabı hep düşman imiş. Babam Kağan … kırk yedi defa ordu sevk etmiş, yirmi savaş yapmış. Tanrı lütfettiği için illiyi ilsizleştirmiş, kağanlıyı kağansızlaştırmış, düşmanı tabi kılmış. Dizliye diz çöktürtmüş, başlıya baş eğdirmiş. Babam kağan öylece töreyi kazanıp uçmuş."

Türk devletlerinde devletin başkanı ve hâkimiyetin temsilcisi hükümdardı. Ancak Türklerdeki inanışa göre hâkimiyetin asıl sahibi Tanrı’ydı. Tanrı’nın bu hâkimiyeti kağanlar vasıtasıyla kullandığına inanılırdı. Bu yüzden doğumları ve yaşadıkları bazı olaylar, kutsal olarak yorumlanan ya da yakıştırılan hükümdarın Tanrı tarafından üstün güç ve yeteneklerle donatıldığı kabul edilirdi. Tanrı bağışı olan bu güç ve yetenekler Kök Türk Kitabeleri’nde; kut, ülüg, küç olarak ifade edilmiştir. 
kut
Kut: Türk kağanının “hükmetme, hükümdarlık güç ve yetkisi” yani “siyasi iktidar” sahibi olması demekti.
Ülüg veya ülüş: “Pay, hisse, nasip, kısmet” demekti. Tanrı’nın Türk ülkesinde bolluk ve bereketi artırarak “iktisadi bir güç” kazandırması kağanın da bunu adil bir şekilde halka dağıtmasıydı.
Küç: Güç anlamındaydı. Tanrı’nın Türk kağanının savaş yeteneğini artırıp onu savaşlarda başarılı kılmasıydı. 

HÂKIMIYETIN KAYNAĞI
Sosyolojide kaynağı “Tanrı bağışı”na dayanan iktidar tipine “karizmatik iktidar” denilmektedir. Eski Türk devletlerinde bu iktidar tipine rastlanmakla birlikte hükümdar hiçbir zaman olağanüstü varlık, yani “Tanrı-kral” sayılmamıştır. Hükümdarın diğer insanlardan farkı, sadece ilahî bağışa sahip olmasıdır. Ayrıca Türk kağanı kendisini daima Tanrı’ya ve “Türk töresi”ne karşı sorumlu saymıştır. Bu düşünce tarzı hükümdarın icraatlarının millet tarafından kontrolüne imkân sağlamıştır. Bu kontroller de meclisler vasıtasıyla yapılmıştır. Kısaca Türklerde iktidar hem “ilahî” hem de “kanuni” bir temele dayanmaktadır. Prof. Dr. Salim KOCA, “Eski Türklerde Devlet Geleneği ve Teşkilatı”, Türkler Ansiklopedisi, C 2, s. 828.
Türklerde Gök Tanrı’nın kut verdiğine inanılan hükümdar ailesinin erkek üyeleri “kağan” olabilirdi. Töreye göre hükümdar kurultayda seçilir ve bu seçimlere halk da katılırdı. Türk devletlerinde Türk olan baş hatunun büyük oğlu hükümdar olurken küçük tiginler (şehzadeler) ise “şad” yani “ordu komutanı” olarak görev alırdı. Ancak bu durum kesin bir kural değildi. Kağan yerine veliaht gösterse bile diğer tiginler tahta geçmek için mücadele etme hakları vardı. Bu yüzden sık sık taht kavgalarının yaşandığı Türk devletlerinde başka devletlerin kışkırtması ve desteği ile bu taht kavgaları bir iç savaş hâlini alır ve devletin parçalanmasına yol açardı.
Kağanın çocuklarının olmaması veya küçük olmaları durumunda kardeşleri de hükümdar seçilirdi. Örneğin Kültigin ve Bilge kardeşler, babaları İlteriş Kağan öldüğü zaman çocuk yaşta oldukları için tahta amcaları Kapgan Kağan geçmiştir. Bununla birlikte Uygurlarda ve Kök Türklerin son dönemlerinde yabancı eşlerden olan çocukların da tahta geçtikleri görülmüştür. 
Eski Türklerde yönetimde başarı devam ettiği sürece kağan tahtında otururdu. Ancak yönetiminde siyasi ve ekonomik sıkıntılar yaşanan kağandan Tanrı’nın verdiği “kut”u geri aldığına inanılır, töreye göre kağan tahttan indirilirdi. Örneğin Kök Türk Kağanı Kapgan’ın yerine geçen oğlu İnal, hükümdarlık görev ve sorumluluklarını yerine getirememiş, iç karışıklıkları önleyemediği gerekçesi ile tahttan indirilmiş, yerine Bilge ve Kültigin kardeşler yönetime geçmiştir. 
Eski Türk devletlerinde hükümdarlar, “kağan, han, yabgu, il-teber” gibi unvanlar almışlardır. Hunlar, hükümdara sonsuzluk ve genişlik anlamına gelen “şanyü” unvanı vermişlerdir. Köktürk hükümdarları daha çok kağan unvanını kullanırken Uygurlarda da “idikut” unvanı yaygınlaşmıştır. 
Türk devletlerinde her hükümdarın belirli hükümdarlık ve hâkimiyet sembolleri vardı. Hükümdarlık sembolü otağ (hakan çadırı), örgin (taht), tuğ(sancak), davulkotuz (sorguç), kemer (kur), kılıçyaykamakamçı (berge) idi. Özellikle, hükümdarın oturduğu yer, yani devletin merkezi olan “ordu” (çadır kent) ve çeşitli vesilelerle verilen “toy” (şölen) da hükümdarlık sembolü sayılmaktaydı. 

KÜL-TIGIN KITABESI DOĞU CEPHESI
“Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındık ta ikisinin arasında insan oğlu kılınmış, insan oğlu üzerinde ecdadım Bumin Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin töresini tutuvermiş, düzenleyivermiş. Orduyu sevk ederek dört taraftaki milleti hep almış hep tabi kılmış. Başlıya baş eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş… Bilgili kağan imiş. Yine buyruk (devlet adamı) yine bilgili imiş tabi, cesur imiş tabi. Beyleri de milleti de doğru imiş. Onun için ili öylece tutmuş tabii. Il tutup töreyi düzenlemiş.” Prof. Dr. Muharrem ERGIN, Orhun Abideleri, s. 20 (Düzenlenmiştir.).
UYGUR KITABESI’NE GÖRE
“Bu kağan (Kutluğ Bilge) dünyaya geldiği günden beri Uygurlara saadet vermiş. Küçüklüğünden daha ölümüne kadar görülmemiş ve duyulmamış bir savaşçı olduğundan kağan olarak memleketi idare ederken her alanda üstün bir başarı göstermiş. Otağında oturarak yaptığı planlarla binlerce kilometre uzaklıktaki savaşları kazanmış. Esirgeyici, koruyucu kendi milletinin hakkını her zaman koruyan yalnız Uygur ülkesi için değil, dünya düzeni için bile kanunlar yapan bir kağan imiş.” Prof. Dr. Bahaeddin ÖGEL, Türk Kültürünün Gelişme Çağları I, s. 72.
Eski Türklerde hükümdar, devletin ve toplumun geleceğini tayin etmekteydi. Bu yüzden onun bazı özel niteliklere sahip olması gerekirdi. Bunların başında cesaret, kahramanlık, bilgili ve erdemli olmak geliyordu. Özellikle bilgili olmak sadece Türk kağanları için değil devletteki üst düzey memurlar ve komutanlar için de aranan bir özellik olmuştur. 
Türk hükümdarı devletteki büyük güç ve yetkileri kendi şahsında topluyordu. Devletin her kademesindeki görevliler ve halk, onun emirlerine uymak zorundaydı. Diğer taraftan da en büyük yargıç sıfatını elinde bulunduran hükümdar, yüksek mahkemeye başkanlık ederdi. 
Kağanın en önemli görevi ülkeyi ve halkı düşmandan korumak, bütün toplulukları bir devlet çatısı altında toplamaktı. Ayrıca töre kurallarını uygulamak, düzeni sağlamak, halkı adil idare etmek ve baskı yapmamak, ekonomik açıdan halkı refaha ulaştırmak kağanın diğer görevleri arasındaydı. Bunlar dışında Türk kağanı; iç ve dış siyaseti düzenler, savaş ve barışa karar verir, savaşta ordulara komuta eder, elçiler gönderir, elçiler kabul eder, devlet görevlilerini tayin eder veya görevlerinden alırdı. Bununla birlikte Türk kağanlarının Tanrı tarafından kendilerine verildiğine inandığı dünya hâkimiyetini sağlamak gibi evrensel bir görevleri de vardı. Bunlara karşılık halk da kağanın emirlerine uymak zorundaydı. 
Orta Asya’nın güneyi aşılmaz çöller ve Tibet Dağları, kuzeyi ise Sibirya ile çevrildiğinden Türkler doğu ve batı yönünde topraklarını genişlettiler. Topraklar genişleyip devletin idaresi zorlaşınca Büyük Hun Devleti hariç devlet teşkilatı, doğu ve batı olmak üzere iki koldan yönetildi. Kağan “doğu”da (sol) oturduğu için doğu daima üstün kabul edilmiştir. “Batı” (sağ) bağımsız bir hükümdar gibi icraat ve kararlar almakla birlikte kağanın hâkimiyetini tanıyıp iç ve dış işlerini onun adına yürütürdü. Devleti ilgilendiren bütün meseleler, kurultayda (mecliste) alınan kararlara göre çözümlenirdi. Ortak yapılan seferlere ise kağanın komutasında bütün askerler ve beyler katılırdı. Türk devletlerinin yönetiminde kağan dışında hatun, hanedana mensup tiginler vb. hanedan üyeleri de etkiliydi.

HATUN (KATUN)LARIN TAHTA ÇIKIŞ TÖRENI
Çin kaynaklarında hatunun tahta çıkışı şu şekilde anlatılmıştır: Konçuy’u Uygur katunluğuna tayin için uğurlu gün seçilmişti. Kağan önce kulesine çıkarak doğuya dönmüştür. Kulenin altında, prenses için büyük bir keçe çadır kurdurmuştu. Bir grup insan Çinli elbiselerini çıkarıp Uygur elbiselerini giyerler. Konçuy her ikisi de kırmızı olan renkli bir elbise ve büyük bir manto ile altın işlemeli bir başlık giymişti. O, kuleye doğru dışarı çıkıp kağanı selamlamıştı. Uygurlar, küçük bir taht tanzim etmişler, dalgalı perdeli bir tahtırevan hazırlamışlardı. Bazı bakanlar prensesi tahtırevana bindirdiler. Dokuz Uygur kabilesinin her birinin başkanı tahtırevanı taşıdılar. Güneşi takip ederek sarayın etrafında dokuz defa döndüler. Sonra prenses, tahtırevandan indi. Kuleye gitti. Doğuya dönük olarak kağanla birlikte oturdu. Ondan sonra, bakanlar ve yardımcıları kağan ve katuna hürmetlerini bildirmişlerdir. 

TÜRK DEVLETLERINDE HATUN
Bizans tarihçisi Priskos, Avrupa Hun Devleti’ne giden Doğu Roma elçilerinin Attila’nın huzuruna çıkmadan önce karısı Arıkan tarafından karşılanıp ağırlandığını söylemiştir. Prof. Dr. Gülçin ÇANDARLIOĞLU, Türk Destan Kahramanları, s. 62.
İlk Türk devletlerinde kağanın ilk eşine “hatun” veya “katun” unvanı verilirdi. Hatunlar, kağanlar gibi töreye uygun olarak hatunluk tahtına oturur, kurultaya katılarak kararlarda oy kullanır ve elçileri kabul ederlerdi. Kağanlar gibi sarayı ve askerleri bulunan hatunlar, eşlerinin yanında savaşa katılırlardı. Kağan öldüğünde tahta geçecek tigin küçük ise hatun, oğlu adına devleti yönetebilirdi. 

TİGİN:
Türk kağanının oğulları “tigin” unvanı ile anılırdı. Tiginlerin her birine devlet teşkilatının en yüksek kademesinde görevler verilirdi. İdari ve askerî alanda tecrübe kazanması amaçlanan tiginlerin idaresine devletin önemli bölgeleri bırakılır; emrine de bir birlik (tümen) verilirdi. 
DİĞER YÖNETİCİLER:
devlet-teşkilatı-diğer-yöneticiler
Büyük Hun Devleti, “orta”, “doğu” ve “batı” olmak üzere “üçlü” devlet düzenine göre teşkilatlanmıştır. Bu düzenlemeye göre; “orta”da Hun Hükümdarı Mete, “doğu”da veliahtlar, “batı”da ise Mete’nin akrabaları ile soylu Hun prensleri yer almıştır.
Kök Türklerde ise devlet, “doğu” ve “batı” olmak üzere ikili teşkilat ile idare edilmiştir. “Doğu”da büyük kağan bulunurken “batı”da “yabgu” unvanıyla kağana bağlı olarak hanedan üyeleri yer almıştır. Kök Türk egemenliğinde Uygurlar da bu devletin teşkilatını benimsemişlerdir. Çin yıllıklarından edinilen bilgilere göre Kök Türklerde 28 çeşit unvan ve memuriyet vardır. Diğer Türk devletlerinde görülen unvan ve memuriyetlerle bu sayı daha da artmaktadır. Yandaki tabloda bu memuriyetlerden bazıları ve anlamları verilmiştir. 

HÜKÛMET (AYUKI)
Hunlardan itibaren yönetimle ilgili kararlar almak ve alınan kararları uygulamak amacıyla devlet yetkililerinin bulunduğu ayukı (bakanlar kurulu) adı verilen kurul oluşturulmuştur. Ayukının başında “aygucı” veya “üge” adı verilen bugünkü başbakan bulunurdu. Bunlar hanedan mensupları dışında, devlete hizmet etmiş yetenekli, bilgili ve halkın sevdiği kişiler arasından seçilirdi. Asya Hunlarında “Kutuhou”, Avrupa Hunlarında “Onügez”, Köktürklerde “Tonyukuk”, Uygurlarda “Kutlu” bu vezirlere örnektir.
Türk devletlerinde “buyruk” adı verilen hükûmet üyelerinin sayısı zaman zaman değişirdi. Özellikle Uygurlarda buyruklar büyük önem kazanmışlardır. Kağanın gücünün zayıflamasıyla eş zamanlı olarak buyrukların güçlenmesi, Uygur Hakanlığı’nda ileride çökmesine neden olan temel faktörlerden biri olmuştur. Bu değişimi yansıtan ilk olay eski Büyük Buyruk Baga Tarkan’ın 776’da iktidarı ele geçirmesidir. 

İlk Türk devletlerinde siyasi, askerî, ekonomik, sosyal ve kültürel konuların görüşülüp karara bağlandığı meclislere “toy” ya da “kurultay” denilirdi. Toylarda devlet meseleleri görüşülür; dinî tören, yarışma ve çeşitli eğlenceler düzenlenirdi. Bütün toyların sonunda halkın da katıldığı şölenler (ziyafet) milletin kaynaşması ve devletin temellerinin sağlamlaştırılması için önemli bir fırsattı. XIII. yüzyıldan itibaren bu meclisler için “kurultay” adı ön plana çıkarken “toy” kelimesi ise sadece şölenler için kullanıldı.
Türklerde her boyun kendine ait bir kurultayı (küçük kurultay) vardı. Burada halkın da katılımıyla boy beyi seçilirdi. Devlet meseleleri ise gerektiği zamanlarda boyun ileri gelenlerinin toplanmasıyla çözümlenirdi. Büyük kurultaya kağan başkanlık ederdi. Onun olmadığı zamanlarda ise aygucı (vezir) başkanlığında toplanılırdı. Kurultay üyelerine “toygun” adı verilirdi. “Hatun” başta olmak üzere askerî ve idari yüksek görevliler, kurultayın tabi üyeleri idi. Bunlar dışında halkın ileri gelenleri, devlete tabi beyler ve yabancı zümrelerin temsilcileri de bu meclislere katılabilirdi. Kurultaya katılan boy beyinin halk tarafından belirlenmesi, Türk devletlerinin yönetimde halkın da etkili olduğunun bir göstergesidir. 
Kurultay belirli zamanlarda toplanırdı. Ancak savaş, barış, göç, isyan, tabi olma gibi bazı olağanüstü durumlarda da kurultay toplanabilirdi. Önemli meselelerin görüşüldüğü ve katılım sayısının yüksek olduğu kurultaylar belirli bir disiplin içinde geçerdi. Burada “orun” ve “ülüş” törelerine göre kimin nereye oturacağı bir kurala bağlanmıştı. Kurultaylarda kağanın sağ tarafında vezirler, beyler ve komutanlar yer alır; sol tarafında ise memleketin ileri gelenleri ve memurlar otururdu.
Devletten devlete farklılık göstermekle beraber kurultayın aldığı kararlar genellikle bağlayıcı nitelikteydi. Kağan kurultayın kararlarını dikkate almak zorundaydı. Alınan karara uymazsa ortaya çıkan sonuçlardan sorumlu tutulurdu. Kurultay, hükümdarın uygulamalarını kabul etmeyebilirdi. Örneğin Kök Türk Devleti’nde Bilge Kağan’ın (716-734) şehirlerin surlarla çevrilmesi ve Budizm’in kabul edilmesi istekleri kurultay tarafından reddedilmiştir. 
Kurultay, üyelerinin temsilî niteliğinin olması, kanun yapma, hakan seçme, hakanı denetleme ve onun yetkilerini kısıtlama; gerekirse azletme gücüne sahip olmaları demokratik bir nitelik taşıdıklarını göstermektedir.
Büyük Hun Devleti’nde Mete’den itibaren senenin başında, ilkbahar ve sonbaharda olmak üzere üç kere kurultay toplanırdı. Bu kurultaylarda devlet adamları devlet meseleleri ile ilgili fikirlerini belirtmekle birlikte son kararı Mete Han verirdi.
kurultay
Hunlarda yılın başında yapılan ilk toplantı genellikle dinî mahiyetteydi. İlkbaharda yapılan ikinci toplantı bağlılık kurultayı olarak nitelendirilir; bu kurultaya tabi Hun boyları ve yabancı zümrelerin temsilcileri mutlaka katılırdı. Bu toplantıda hükümdar seçimi yapılır ya da tasdik edilir, töreye yeni hükümler getirilir ve bütün ülke meseleleri görüşülüp karara bağlanırdı. Üçüncü kurultay ise sonbaharda yapılırdı. Savaş ve sayım kurultayı da denilen bu toplantıda ordu teftiş edilir, halk ve atların sayımı yapılır, savaş kararı görüşülürdü. Bu mevsimde atların yetişip güçlenmesi ve Çin’de harman mevsiminin olması sebebi ile Hunlar bu bölgeye doğru savaş hareketlerini başlatırdı.
Kök Türklerde kurultay; halkın da katılımıyla mayıs ayında yapılır, burada devlet işleri görüşülür, iktisadi ve kültürel meselelere çözüm bulunurdu. Taht değişikliği durumunda da yeni kağan bu kurultayda seçilirdi. Uygurlarda da buna benzer kurultay bulunmaktaydı. Çin kaynaklarından edinilen bilgilere göre onlarda halk ile kağan arasındaki mesafe oldukça azalmıştı.  
diğer-türk-devletlerindeki-meclisler
OLAĞANÜSTÜ KURULTAYLAR
-Yeni bir devletin kurulması ve törenin tespit edilmesi, kurultayın toplanmasını gerektirirdi.
-MÖ 68’de Hun Kağanı Çin ile barış yapmak için devletin ileri gelenlerini bir araya getirdi.
-MÖ 53’te Hun Kağanı Hohanyeh Çin’e bağlanmak için kurultayı toplamıştı.
Prof. Dr. Bahaeddin ÖGEL, “Devlet Meclisi ve Kurultayı”, Türkler Ansiklopedisi, C 2, s. 876-878.

B. TÜRK-İSLAM DEVLETLERİNDE DEVLET TEŞKİLATI
1. Türk-İslam Devletlerinde Devlet Anlayışı
GAZNELİLER
Bir gün Sultan Mahmud Mezalimgâhta iken bir tüccar şikâyette bulundu. Şehzade Mesud kendisinden 60.000 dinarlık kumaş almış ve parasını ödeyememişti. Tüccar, Mesud ile kadı huzuruna çıkarılmak ve hakkını talep etmek istediğini söyledi. Sultan onu haklı bularak oğluna kızdı ve alacağının hemen ödenmesini emretti. O da parasının yetişmediğini, sadece bir kısmını ödeyebileceğini bildirdi, Sultan da “Şunu bil ki bu parayı tamamıyla tüccara ödemediğin müddetçe, benim yüzümü bir daha göremezsin.” uyarısında bulundu. Sonunda iş tatlıya bağlandı. Mesud ve tüccar teşekkür için birlikte Sultan’ın huzuruna çıktılar. Mahmud, adaletin yerine geldiğini görerek memnun kaldı. Bu haber hızla ülke içinde ve dışında yayılınca Türkistan’dan, Çin’den, Mısır’dan, Bağdat’tan tüccarlar Gazne’ye akın etmeye başladılar. 
SELÇUKLULAR
Ermeni asıllı Urfalı Mateos, Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın ölümünde şunları söylemişti: “Herkesin babası ve bütün insanlara karşı merhametli ve hoşgörü sahibi, büyük Sultan Melikşah öldü. Onun ölümü bütün dünyayı büyük bir matem içine düşürdü.”
İslam müellifi Îbnü’l-Esir, Melikşah’ı ve dönemini şöyle anlatmıştır: “Fiziki ve ruhi bakımdan insanların en güzellerindendi… Hükümdarlık yılları geniş bir saha içinde olmasına rağmen genel bir huzur, emniyet ve adalet içinde geçti.”
Iranlı müellif Râvendî ise onun hakkında “Bu padişah eski hükümdarların yüksek huyları ile iyi ahlâklarının yolunu takip eder ve onlara benzer. Geçmiş sultanların memnun kalınacak eserlerini kendine önder ve kılavuz yapmıştır. Selçuklu sultanların eskiden göstermiş oldukları adaleti ve siyaset yollarını kullanmış ve yeni kaidelerini ilave ederek tazelemiş ve canlandırmıştır.” demektedir. 
Orta Asya’da kurulan ilk Türk-İslam devleti Karahanlılardı. Mâveraünnehir ve doğusunda Türklerin yaşadığı bölgelerde hâkimiyet süren Karahanlılar, bu özelliklerinden dolayı başlangıçta eski Türk devletlerinin genel özelliklerini devam ettirdi. Ancak zamanla devlet yönetiminde İslam devletlerinden etkilenen Karahanlılar, Türk-İslam devlet yapısının oluşumunda bir köprü vazifesi gördü. Bundan sonra, Gaznelilerle devam eden gelişme, Selçuklularla tamamlandı ve olgunluk safhasına ulaştı.
Ilk Türk devletlerindeki “ülkenin töreye uygun ve adaletli olarak yönetilmesi”, “Devlet halk içindir.” anlayışı Türk-İslam devletlerinde de devam etti. İlk Türklerdeki Türk cihan hâkimiyeti ülküsü ise “cihat” anlayışıyla birleşerek İslamiyetin dünyaya hâkim olması şekline dönüştü. Ancak Emeviler Döneminde fethedilen yerlerdeki halkın İslamlaştırılması ve Arapçanın yaygınlaştırılması politikaları Türk-İslam devletlerinde uygulanmadı. Fethedilen ülkelerde çeşitli din ve mezhepten toplulukların, geleneklerine müdahale edilmeksizin yaşamaları sağlandı. 
Türklerin İslam dünyasına hâkim olması İslam devlet hukukunda da önemli değişiklikler meydana getirdi. Emevi ve Abbasi devletlerinde devlet başkanı olan halife, Müslümanların başı olarak hem dünyevi hem de dinî işleri idare ederdi. Büyük Selçuklu Devleti’ne kadar İslam dinini kabul eden devletlerin hükümdarları halifenin yüksek otoritesini tanımaktaydı. 1058’de Abbasi Halifesi temsil ettiği siyasi otoriteyi bir törenle Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’e devretti. Böylece, ilk defa resmen dinî ve siyasi otorite birbirinden ayrıldı. Buna göre, halife sadece İslam topluluklarının dinî lideri hâline gelirken devlet hayatındaki görevi sultanların saltanatlarını onaylama ve Türk sultanlarına hilat ve unvan verme gibi sembolik işlerden ibaret oldu. Devlet hayatındaki dünyevi ve dinî işleri birbirinden ayıran anlayış diğer Türk-İslam devletlerinde de devam etti. Örneğin Memlûklu Sultanı Baybars, Abbasi ailesinden bir kişiyi Mısır’da halifelik tahtına oturtarak sadece dinî işleri kendisine bıraktı. Yeni Delhi Sultanlığı’nda Sultan Alaeddin Kalaç, bu durumu, “Devlet ve şeriat ayrı ayrı şeyler olup biri hükümdara, diğeri kadı ve müftülere ait işlerdir.” şeklinde ifade etti. Böylece dinî otorite ile devlet otoritesinin ayrı ellerde olması gerektiği düşüncesi, bütün Türk-İslam devletlerinde hâkim oldu.
Türklerin diğer Müslüman devletlerdeki uygulamalardan farklı bir uygulaması da kadının devlet yönetimindeki yeri ile ilgili olmuştur. İslamiyet öncesi Türklerde “hatunlar”ın devlet yönetiminde söz sahibi olması İslami dönemde de devam etmiştir. 

TÜRK-İSLAM DEVLETLERİNDE HATUN 
Tuğrul Bey’in eşi Atuncan Hatun devlet hayatında da onun en büyük yardımcısı oldu. Melikşah’ın eşi, Karahanlı Prensesi Terken Hatun, devlet idaresinde son derece etkiliydi. Ayrı bir divanı (büro) vardı. Bazı meseleler, onunla olgunlaştırıldıktan sonra sultana sunulurdu. Harezmşahlar Hükümdarı Alaeddin Tekiş’in eşi Terken Hatun da devlet idaresinde söz sahibi idi. Onun da ayrı divanı, sarayı, iktaları ve hatta başkenti bile vardı. Devlet memurlarını tayin eder veya görevden alabilirdi. Daha da önemlisi, sultanın emirleri onun imzası (tuğra) olmadan geçerli sayılmazdı.  

2. Merkez Teşkilatı
İlk Türk-İslam devletlerinde merkezî yönetim, hükümdar, saray ve hükûmetten oluşmaktadır. 
Hükümdar
İlk Türk devletlerindeki “kut” inancı Türkler İslamiyeti kabul ettikten sonra İslami bir anlam kazanarak “Allah’ın takdiri veya nasibi” olarak yorumlanmıştır. Kutun belli bir hanedana verildiği düşüncesi ise aynı şekliyle devam ettirilmiştir. Örneğin Timur, Oğuz Han soyundan gelmediği için han ya da sultan unvanı alamamış ve emir olarak kalmıştır. Bazen istisnai durumlara da rastlanmıştır. Memluklularda da kabiliyetli kişiler ordunun onayı ile sultanlığa yükselmiş ve ancak belli bir süreden sonra devamlı bir hanedan kurulabilmiştir. Türk-İslam devletlerinde de ilk Türk devletlerinde olduğu gibi tahta geçme konusunda aynı şartlar geçerli olmuştur. Bu durum hanedanın erkek üyelerinin ülke içinde mücadelelerine yol açmıştır. Tahta kimin geçeceği konusunda değişen tek şey aile mensupları ve beylerin yerine zamanla devlet adamlarının etkili olmasıdır.
Türkiye Selçuklularında büyük şehzadenin tahta geçmesi geleneği kabul edilmişse de her zaman buna uyulmamıştır. Örneğin I. Gıyasettin Keyhüsrev ve İzzettin Kılıçaslan büyük şehzade olmadıkları hâlde hükümdar olmuşlardır. Türkiye Selçuklularında da tahta geçecek kişinin belirlenmesinde gelenek ya da sultanın vasiyetinden çok devlet adamları etkili olmuştur. Türk-İslam devletlerinde hükümdar cesur, kahraman, akıllı ve bilge, halkı refah içinde yaşatan, hukuk yoluyla halkı adil idare edip birlik ve dirliği sağlayan, devleti emniyete alıp fetihler yapan, insan onurunu koruyan ve onlara eşit davranan biri olarak nitelendirilmiştir. Türk-İslam devletlerinde de hükümdar geniş yetkilere sahipti. “Saray”, “hükûmet”, “ordu” ve “adalet” olmak üzere dört müessesenin de başı olarak “yasama” (kanun yapma), “yürütme” (icra) ve “yargı” yetkilerini de kendi şahsında toplamıştır.
Sultanın belirli kurallar dâhilinde bildirdiği emirler, kanun hükmünde olup herkes itaat etmekle yükümlüdür. Ordulara kumanda etmek, vezirleri ve yüksek memurları tayin etmek hükümdarın yetki ve görevleri arasındadır. Ayrıca sultan “Divan-ı Mezalim”e de başkanlık yapar ve zulme uğrayan halkın doğrudan kendisine ulaşmasını sağlar. Müslüman Türk hükümdarları, ilk Türk devletlerindeki hâkimiyet sembollerinin yanında yeni “unvan” ve “lakaplarla “hutbe” ve “hilat” gibi bazı maddi ve manevi unsurları hâkimiyet ve hükümdarlık sembolleri olarak kullanırlarken Karahanlı hükümdarları; ilk Türk devletlerindeki “ilig”, “hakan” ve “han” gibi unvanları devam ettirmiştir. Türk-İslam devletlerinde “sultan” unvanını ilk kez Gazneli Mahmut kullanmıştır. İlk zamanlarda “melik” ve “emir” unvanlarını kullanan Selçuklu hükümdarları Melikşah ile birlikte “sultan-ı azam” (büyük sultan) unvanını almaya başladılar. 
Hutbe: Cuma ve bayram namazları esnasında hükümdarın adının, unvan ve lakaplarının “hatip” tarafından zikredilerek kendisine dua edilmesidir.
Tıraz: Abbasi halifelerinin hükümdarlara gönderdikleri elbisedir.
Hilat: Abbasi halifeleri tarafından tıraz ile birlikte “külah, kemer, kılıç, at, eğer takımı, askerî mızıka, bayrak, para” gibi mal ve eşyaların hükümdara gönderilmesidir. 
KUTADGU BILIG’E GÖRE HÜKÜMDAR
Kün-Toğdı: Insanlar arasında büyük, küçük, kötü, iyi bilgili, bilgisiz, fakir, zengin, akıllı, akılsız ve küstah olanlar vardır. Bey hangi özelliklere sahip olursa memleket düzene girer.
Öğdülmış: Bey beylikle doğar; görerek öğrenir ve böylece işlerin hangisinin daha iyi olduğunu bilir.
Kün-Toğdı: Işi yapan kendi vazifesini yapar; bunun kusur veya fazilet olduğunu gören takdir eder. Ben iş yapan insanım, sen ise onu gören insansın.
Öğdülmış: Bey ilk önce asil soydan gelmelidir; cesur, kahraman, kuvvetli, yürekli bilgili, akıllı ve uyanık olmalıdır. Bey tok gözlü, hayâ sahibi ve yumuşak tabiatlı olmalı, sözünde ve hareketinde açık davranmalıdır. Dili dürüst ve kalbi doğru olmalı ki halka faydalı olsun. Bir memleketin bağı ve kilidi ihtiyatlık ve kanundur. Bey ihtiyatlı ise memleketini muhafaza eder. Doğru kanun koydu ise memleketini tanzim eder. Bey iki şey ile kendi beyliğini bozar. Bunlardan biri zulüm, biri ihmalkârlıktır.
Bey cesur, kahraman ve atılgan olmalıdır. Aslan köpeklere baş olursa köpeklerin her biri kendi karşısındakine aslan kesilir. Eğer aslanlara köpek baş olursa o aslanların hepsi köpek gibi olur. Bey bir de şu beş şeyi kendinden uzak tutmalıdır. Acelecilik, cimrilik, hiddet, inatçılık ve şüphesiz, yalancılıktır. Ey hükümdar, birçok memleketleri elde etmek istersen sağ elin ile kılıç sallar ve vururken sol elin ile mal dağıt ve ağzından çıkan sözler şekerden daha tatlı olsun. Beyler örf ve kanuna nasıl riayet ederlerse halk da onu örnek alır ve öyle davranır. Memleketin temeli, sağlamlığı, halkın hakkı olan kanuna ve hizmette bulunanlara dağıtılan gümüşe bağlıdır. Kanun himayesinde halk sevinç içinde yaşamalı ve parayı görerek hizmet edenlerin de yüzleri gülmelidir. Bu iki zümre beyden memnun olursa memleketi ve idaresi düzene girer. Yusuf Has Hacip, çev.: Reşit Rahmeti ARAT, Kutadgu Bilig, s. 147-160 (Düzenlenmiştir.).

Saray
Türk-İslam devletlerinde saray, hükümdar ve ailesinin oturduğu yer (harem), devletin de idare edildiği merkez (selamlık) ve aynı zamanda her çeşit memurun yetiştirildiği okul (enderun) konumundaydı. Bu yüzden saray, ordu ve hükûmetle birlikte devletin en önemli üç temel unsurundan birisiydi.
Karahanlılarda saraya “kapu” denilirdi. Sarayın bu şekilde ifade edilmesi halkın nezdinde devlet kapısı olarak kabul edildiğini gösterirken devlet idaresindeki merkezî konumuna da vurgu yapmaktaydı. Karahanlılardaki bu anlayış Osmanlılarda da Babıali (yüksek kapı) kelimesi ile devam ettirildi. Selçuklularda ise saray “dergâh” ya da “bargâh” şeklinde adlandırıldı. 
Türk-İslam devletlerinde sarayda hükümdarın resmî ve özel işlerinden sorumlu, doğrudan hükümdara bağlı birçok görevli bulunurdu. Güvenilir kişiler arasından seçilen bu görevlilerin büyük bir kısmı yüksek rütbeli subaylar olup emirlerinde de hizmetli bir grup yer alırdı. Bunlar içinde en önemlisi “hacipler”di. Haciplerin başında Karahanlılarda “tayangu” veya “uluğ hacip”, Selçuklularda “büyük hacip” unvanlı kişi bulunurdu. Büyük hacip, Selçuklu devlet teşkilatında protokol bakımından sultan ve vezirden sonra üçüncü sırayı alırdı. Sarayın her türlü işinden sorumlu olan büyük hacip, “gulam sistemi”ne göre sarayda yetişmiş yüksek rütbeli subaylar arasından belirlenirdi. 
saray-görevlileriHükümdar ile halk ve hükümdar ile hükûmet arasındaki ilişkileri düzenlemek, haksızlığa uğrayanları Divan-ı Mezalim’e çıkarmak, elçilerin her türlü işiyle ilgilenmek, törenlerde ve toplu kabullerde protokolü düzenlemek de görevleri arasındaydı. 
Hükûmet
Türk-İslam devletlerinde devlet yönetiminde hükümdardan sonra en etkili kişi vezirdi. Hükümdar adına devleti yöneten vezir; Karahanlılarda “yuğruş”, Gaznelilerde “hâce-i buzurg” unvanını taşırdı. Tayini bizzat hükümdar tarafından yapılan vezir, icraat ve faaliyetlerinde doğrudan doğruya ona karşı sorumluydu. Vezirlerin kendilerine ait divanları da bulunur ve buna “vezirlik divanı” (divan-ı vezaret) adı verilirdi. Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklularda devlet yönetiminde vezir önemli bir yere sahipti. Ancak Gaznelilerde vezir devlet yönetimiyle ilgili bütün konularla meşgul olmakla birlikte son karar hükümdara aitti. Hatta hükümdar isterse vezir tayin etmek zorunda değildi.
KUTADGU BILIG’E GÖRE VEZIR
“Vezir hükümdarın eli demektir. Onlar işlerini bu eller ile görürler. Beylerin yükünü yüklenen beyliğin temelini sağlamlaştıran vezirdir. Vezir iyi olursa bey rahat uyur. Beyden sonra hareket ve söz ile memlekete hükmeden insan vezirdir.” Yusuf Has Hacip, çev.: Reşit Rahmeti ARAT, Kutadgu Bilig, s. 164.

Selçuklularda vezirler bilgi ve kültür bakımından iyi yetişmiş kimseler arasından seçilirdi. Sultanın en büyük yardımcısı sıfatıyla bütün memleket işlerinden sorumlu olan vezir, geniş yetkilere sahipti. Vezirlik divanından da tıpkı hükümdar gibi fermanlar çıkarır; tayinler yapar ve gerektiği zaman azillerde bulunurdu. Savaş zamanlarında da hükümdarla birlikte savaşlara katılırdı.
Türk-İslam devletlerinde devlet meseleleri, konularına göre “divan” adı verilen dairelerde görüşülerek karara bağlanırdı. Divanlar bir araya gelerek “büyük divan”ı yani hükûmeti meydana getirirdi. Vezir başkanlığında diğer divan başkanlarının oluşturduğu hükûmette devlet idaresi ile ilgili alınan kararlar hükümdarın onayından geçtikten sonra uygulamaya konulurdu.
Karahanlılarda büyük divana “meclis-i âlî”, Selçuklular da ise “divan-ı saltanat” adı verilmiştir. Divan-ı saltanat devlet yönetiminde oldukça etkiliydi; sultanın kendi başına aldığı kararlar bile bu mecliste tartışılırdı. Gaznelilerde ise merkez teşkilatında beş ayrı divan bulunurdu.
 
divan-karahanlı-seşçuklu-gazneli

Türkiye Selçuklularında da üyük divan (divan-ı âlâ)da Büyük Selçuklu Devleti benzeri divan teşkilatı oluşturulmuştur. B Büyük Selçuklulardaki divan üyeleri dışında naib-i saltanat (sultanın temsilcisi), emirü’l ümera (beylerbeyi), pervaneci (arazi işleri ile ilgilenir) gibi görevliler bulunurdu. Divanın görevleri özetle şöyle idi: Divana gelen davaları karara bağlamak, dış işleriyle ilgili bürokratik işleri yürütmek, hükümdarın ve devletin maliyesini düzenlemek. 

3. Taşra teşkilatı
SIYASETNAME’DEN
Dergâhtan (saraydan) birçok mektuplar yazıyorlar; önemli bir iş olmadıkça saraydan bir şeyler yazmasınlar. Yazılan şey öyle etkili olmalıdır ki kimse ona el ve dil uzatmaya cesaret
edememeli, verilen emirleri mutlaka yerine getirmelidir. Eğer bir kimsenin yüce divandan çıkan bir fermana hakaret ile baktığı, ona itaat etmekte gevşeklik ettiği anlaşılırsa o kişi sarayın yakınlarında da olsa şiddetle cezalandırılsın. Padişah ile diğer insanlar arasındaki fark hükümranlıktır.

Hikâye
Nişabur’dan bir kadın, zulüm gördüğü iddiasıyla Gazne’ye Sultan Mahmud’un huzuruna çıkarak “Nişabur âmili benim kaybolan bir malımı alıp kendi tasarrufuna geçirmiştir.” diye şikâyette bulundu. Ona, “Bu kadının kaybolan malını geri ver.” diye bir ferman verdiler.
Âmil, kayıp mal hakkında delili olduğu için “Bu mal benimdir, onu her an yüce divana getiririm.” dedi. Kadın ikinci defa Gazne’ye giderek şikâyetçi oldu. Özel bir görevli göndererek âmili Nişabur’dan Gazne’ye getirdiler. Sultan sarayına ulaşır ulaşmaz cezalandırılması emredildi. Âmil delillerini arz etti, araya önemli kişiler koyarak cezasını paraya çevirtmek istedi. Hiç birinin faydası olmadı ve âmil cezalandırıldı. “Kaybolan bu malın senin olduğu doğrudur, fakat niçin fermanın hükmünü yerine getirmedin? Emredilen her şeyin yerine getirilmesinin vacip olduğunu şimdi gördün.” dediler.
Bunu, kimsenin sultanın fermanına karşı gelmeye cesaret etmemesi için yaptılar. Herkes padişaha ait, padişahla ilgisi olan veya padişahın emrettiği şeyi yapmak zorundadır. Eğer bir kimse zimmetine bir dirhem geçirse böyle yapması lazımdır. Diğerlerine örnek olması için onu cezalandırmalıdır.”
Nizamülmülk, hzl.: Prof. Dr. M. Altay KÖYMEN, Siyasetname, s. 51-52.

SELÇUKLULARDA ATABEY
Selçuklular, bölge veya eyaletlerin başında idareci olarak tayin ettikleri “melik” adı verilen şehzadelerin yanına “atabey” unvanlı kimseleri de verirlerdi. Bunlar devlet ve askerlik işlerinde iyi yetişmiş, tecrübeli kimselerden seçilirdi. Onlar şehzadeleri en iyi şekilde yetiştirirlerdi. Ancak merkezî iktidar gücünü kaybettiğinde durumdan yararlanan bazı atabeyler, şehzadelere ait toprakları ele geçirerek bağımsız devletler kurabiliyordu. Bu devletlere atabeylik denilmiştir. Prof. Dr. Salim KOCA, “Ilk Müslüman Türk Devletlerinde Teşkilat”, Türkler Ansiklopedisi, C 5, s. 148-149.

Devleti, hanedan ailesinin ortak malı sayan eski Türk hâkimiyet anlayışı, Türk-İslam devletlerinde de geçerliliğini sürdürdü. Bu anlayış özellikle Karahanlı ve Selçukluların taşra teşkilatında uygulandı. Hatta Karahanlılarda eski Türklerdeki ikili idare uygulanarak devlet doğu ve batı olmak üzere iki koldan yönetildi. Türk-İslam devletlerinde ülke, “eyalet” (vilayet) adı verilen idari bölgelere ayrılırken buralara askerî valiler ya da hanedan üyeleri görevlendirilirdi. Hanedan üyesi valiler ise idaresi altındaki bölgeleri özerk olarak yönetirler; kendilerine has ayrı idari, askerî teşkilatlar oluşturup bu bölgeleri miras olarak bırakabilirlerdi. Ancak valilerin idaresindeki bölgelerin sınır değişikliği sultanın fermanı ile yapılırdı. Bununla birlikte eyaletlerin önemli işleriyle ilgilenen memurlar merkezden gönderilirdi. 
Eyaletlerde güvenlik, idari, ve adli işler merkezden gönderilen ve yetki alanları birbirinden farklı görevliler tarafından yürütülürdü. Ayrıca reis olarak adlandırılan ve merkez tarafından halkın içinden seçilen kişiler, mülki amire yardımcı olurlardı. Belediye işleriyse muhtesipler tarafından yürütülürdü. Türk-İslam devletlerinde eyaletler kendi içinde şehir, kasaba ve köylere ayrılırdı. Buralarda da eyalet yönetimini örnek alan idari, askerî ve adli teşkilatlanma oluşturulurdu. Şehirdeki mülki idareciye “amid” adı verilirdi. Türklerde çabuk haber almak ve hükümdarın merkezî idareden gönderdiği ferman, mektup vb. ulaştırmak için bir posta teşkilatı oluşturuldu. Ayrıca gizli istihbarat memurları görevlendirilerek taşradaki uygulamalar kontrol altına alınırdı. Gaznelilerin taşra teşkilatında daha merkezî bir yapılanma söz konusu idi. Bu yapılanma içinde önemli bir birim olan “berîd”, gerek resmî görevlileri ve gerekse halkı ilgilendiren bütün konuları raporlar hâlinde başkente sunardı. Türkiye Selçuklularının taşra yönetimi Büyük Selçukluların küçük bir modelini oluştururdu. Merkeze bağlı eyaletler “subaşı”, hanedan üyelerinin yönetimindeki eyaletler ise “melik”ler tarafından yönetilirdi. Meliklerin yönetimindeki eyaletler özerk bir statüde olmakla birlikte Büyük Selçuklulardan farklı olarak daha merkezî bir yapıya sahipti.
türk-islam-devletlerinde-eyalet-yöneticileri
4. Ordu Teşkilatı
Türk-İslam devletlerinde ordu, büyük ölçüde Türklerden meydana gelmişti. Karahanlı, Türkmen Beylikleri, Delhi Sultanlığı ve başlangıçta Türkiye Selçuklu orduları Türklerden oluşturuldu. Diğer Türk-İslam devletleri ordularında yerli unsurlara da yer verildi.
türk-islam-devletlerinde-ordu
Karahanlı ve Selçuklu ordularında Hunlardaki onlu sistem birtakım değişikliklerle devam ettirilirken diğer Türk-İslam devletlerinde pek uygulanmadı.
Türk-İslam devletlerinde eski Türk devletlerinden farklı olarak getirilen yenilik, orduya “gulam sistemi”nin yerleştirilmesi oldu. Gulam askerleri, çoğunluğu Türklerden olmak üzere, satın alma yoluyla savaşlarda esir edilenlerle küçük yaşlarda toplanan çocukların gulamhane adı verilen asker yetiştirme merkezlerinde yetiştirilmesi ile oluşturuldu. En önemli gulam yetiştirme merkezi saraydı. Burada askerî konuların yanı sıra yönetim ve protokol kurallarıyla ilgili eğitim de verilirdi. Gulamlar, aldıkları eğitim sonucunda askerî ve idari görevlere getirilirlerdi. Asker olarak yetişenler sultanın özel muhafız ordusu Gulaman-ı Sarayı (saray köleleri) ve ordunun asıl vurucu kısmı olan Hassa Ordusu’nu oluştururdu. Selçuklu Devleti hariç olmak üzere bu askerler (Hassa Ordusu), hazineden yılda dört kez maaş alırlardı. Bu uygulama Karahanlılardan başlayarak Osmanlılara kadar birçok Türk-İslam devletlerine de örnek teşkil etti.
İlk kez Hz. Ömer Döneminde kullanılan askerî iktanın, Büyük Selçuklular tarafından geliştirilip Türk ordusunda uygulanması İslamiyetle birlikte Türk askerî sisteminde meydana gelen diğer bir yenilik oldu. “İkta sistemi”, ülke topraklarının vergi gelirlerine göre bölümlere ayrılarak her birinin askerî ve sivil devlet görevlilerine hizmet karşılığında maaş olarak verilmesidir. Görevliler elde ettikleri gelirlerden maaşlarını aldıktan sonra kalan bölümü ile atlı asker beslerlerdi. “Sipahiyan” adı verilen bu askerler savaş zamanında orduya katılırlardı. Bu askerler Selçuklu ordusunun en büyük bölümünü meydana getirirdi. Türkiye Selçuklularında da devam eden bu sistem, Osmanlılarda “tımar” adını aldı.

TÜRKLERDE IKTA
Iktalar; arazi iyi işletildiği, iyi bakıldığı sürece verilen kişide kalırdı. Ancak aksi hâlde en geç üç yıl sonra ondan alınıp başka birine verilirdi. Bir bölgenin vergilerini toplamak suretiyle dirliğe sahip olan eyalet askerlerinin (sipahiler), zamanla derebeyliğe dönüşmemesine dikkat edildi. Çok zengin olmaları ve kale yaptırmalarını engellemek için iki yılda bir yerleri değiştirildi. Halka iyi davranmalarına da dikkat edilirdi. Böylece devlet ikta sistemi ile hiçbir harcama yapmadan çok sayıda askere sahip olduğu gibi vergi toplama işini de hâlletmiş oluyordu. Selçuklu ikta usulü aslında Türk “mîrî” toprak hukukunun yeni şartlara uygun hâle getirilmesiydi. Prof. Dr. Ibrahim KAFESOĞLU, Türk Millî Kültürü, s. 348.
Gazneli ordusunda birçok Müslüman yerli unsura da yer verildi. Fetih politikasını “gaza ve cihat” anlayışıyla gerçekleştirmek isteyen Sultan Mahmut, İslam ülkelerinden “gaziler” toplattı. Selçuklu ordusunda uzmanlaşmaya gidilerek çeşitli sınıflar oluşturuldu. Bu sınıflardan en önemlileri şunlardır; 
Mancınıkcılar: Mancınıkla taş fırlatarak kale surlarına zarar veren sınıf.
Neftçiler: Kale kuşatmalarında surlara tırmanmaya çalışan düşman askerlerinin üzerine yağ dökmekle görevli askerî sınıf.
Lağımcılar: Kale kuşatmalarında tünel kazarak kaleye girmekle görevli askerî sınıftı.
Ayrıca orduda okçu, mızrakçı ve gürzcü adıyla bu silahları kullanan askerî sınıflar da vardı.  

C. KLASİK DÖNEM DEVLET TEŞKİLATI
1. Osmanlı Devlet Anlayışı
İlk Türk hakanları açık alanlarda halka büyük toy ve şölenler sunmayı kendilerine vazife edinmişlerdi. Böyle toy vermeyen hakanların saygınlığı olmazdı. Kutadgu Bilig’de hükümdara şu öğütler verilir: “Hazineni aç ve servetini dağıt. Uyrukların çoğalınca gaza yapar hazineni doldurursun çünkü halkın aklı fikri hep karnındadır… Yiyip içmeyi esirgeme onlardan.” Derviş Sarı Saltuk, Osman Gazi’ye şu öğüdü verir: “Adil ol, yan tutma; yoksulun ahını alma, tebana kötü davranma. Kadı ve valilerini denetle ki iktidarda kalasın ve halk bağlılığını yitirmesin.” Osmanlı kaynaklarına göre “Osmanlı sarayında ‘Halk gelsin, yesin.’ diye yemekler hazırlanır, bunu duyurmak için de ikindi vakti nevbet çalınırdı.” Fatih Sultan Mehmet’in veziriazamı, “Devlet hazinesini zenginleştirmeli ancak hükümdar askerden parayı esirgememeli cömert hareket etmelidir.” demiştir. 
Osmanlılar, devlet teşkilatlanmasında kendinden önceki Türk devletlerinin tecrübelerinden yararlanmakla birlikte Türkiye Selçuklularını ve İlhanlıları da örnek almıştır. Bir süre Selçuklular ve İlhanlılara bağlı bir uc beyliği statüsünde bulunan Osmanlıların devlet kurma aşamasında Türkiye Selçuklu Devleti’nde görev yapmış devlet adamlarını idari alanlarda istihdam etmesi bunda etkili olmuştur.
Osmanlı klasik dönem kültür ve medeniyetinin oluşumunda Orta Asya Türk gelenekleri, İslamiyet’in getirdiği kültürel değerler ve hâkim olduğu coğrafyadaki kültür unsurları etkilidir. Bu üç unsur zamanla imparatorluk özelliklerine göre şekillenmiştir. Ancak bu sentez kültürde, Türk karakteri her zaman hâkim olmuş; devlet yönetimi, ordu, dil, musiki, mimari, edebiyat, folklor vb. alanlarda kendini hissettirmiştir.
İlk Türk devletlerindeki adil yönetim, Türk cihan hâkimiyeti ülküsü ve kanun üstünlüğü anlayışı ile Osmanlı Devleti’nde de devam ettirilmiştir. Bu anlayış “devleti ebet müddet”, “nizamı âlem” ve “kanunu kadim” esasları ile süreklilik kazanmıştır.
“Devleti ebet müddet” anlayışı ile devletin sonsuza kadar yaşatılması hedeflenmiş, “nizamı âlem” de bu hedefin bir uzantısı olmuştur. Anlam itibarı ile dünya düzeni olan bu anlayışta asıl amaç Osmanlı ülkesindeki kamu düzenini sağlamaktır. Bunu her şeyin üstünde gören Osmanlı sultanları, nizamı âlemin sürekliliğini sağlamak için halkın adaletli yönetilmesini ve memuriyetlerin ehline verilmesini ön şart olarak görmüşlerdir. 
İlk Türk devletlerinde olduğu gibi adaletin sağlanmasını devletin kanunlara göre yönetilmesine bağlayan Osmanlılar, örfi kuralları kanunlaştırmıştır. Fatih Kanunnamesi ile Osmanlı devlet hukuku gerçek anlamda düzene konulmuş; devletin işleyişinde memurların statü ve yerleri belirlenmiştir. Böylece devlet-toplum, devlet-fert arasındaki ilişkileri düzenleyen kanunlar meydana getirilmiş ve bütün tebaanın genel olarak kanun önünde eşitliği kabul edilmiştir. 
Başlangıçta bir uc beyliği olan Osmanlılar, doğudan göç eden Türk boyları ile beslenip kısa sürede güçlenmiş, İstanbul’un fethinden sonra çeşitli unsurlara hâkim büyük bir cihan devleti hâline gelmiştir. Devleti meydana getiren bütün unsurlar da Türk ahlak ve kültür değerlerini benimsemiş ve zaman içinde kendilerini “Osmanlı” olarak ifade etmişlerdir.
İlk Türk-İslam devletlerinde olduğu gibi Osmanlı Devleti de bünyesinde her türlü inanç sistemine anlayış gösteren bir yapıya sahiptir. Devlet içindeki gayrimüslimler din, mezhep, vicdan özgürlüğü yanında kendi kültürlerini cemaat sistemleri içinde yaşatma hakkına da sahip olmuşlardır. Fatih Sultan Mehmet, Rum, Yahudi ve Ermenilerin devletin müdahalesi olmaksızın kendi dinî kuruluşlarını tesis etmelerine müsaade etmiştir. Ancak sahip olunan hak ve ayrıcalıkların, devletin genel yapısına ve işleyişine yansıtılmasına izin verilmemiştir. 
Osmanlı Devleti’nde güçlü bir merkezî otorite tesis edilmiştir. Özel mülkiyet sınırlandırılmış, kentler, zanaatlar ve ticaret yakından denetlenmiştir. Ayrıca zaman zaman insan, mal ve servet sayımları yapılmış ve sonuçları “tahrir defteri”ne (yazım defteri) kaydedilmiştir.

MACARLARA GÖRE OSMANLI
Tekirdağ’da yazdığı mektuplarıyla Macar edebiyatında önemli yer edinen Mikes Kelemen, 1725’te şöyle diyordu: “… Başka hiçbir memlekette sığıntıya bu kadar yardım edilmez. Hiçbir yerde buradaki gibi sakin ve rahat olamayız. Tanrı’ya şükür şimdiye kadar aramızda en küçük bir kırgınlık olmadı. Türklere nerede rastlasak bizi hep iyilikle karşıladılar, çünkü Türkler en çok Macarları severler.”
Prof. Dr. Laszlo RASONYI, Tarihte Türklük, s. 213.



2. Merkez Teşkilatı
Önceki Türk ve Türk-İslam devletlerinden farklı olarak Osmanlı Devleti’nde daha merkezî bir yönetim oluşturulmuştu. Hükûmet, ordu ve eyaletler doğrudan doğruya padişahın şahsına bağlı bir bütün olarak düşünülmüş, bütün birimler devletin merkezi olan İstanbul’dan yönetilmişti. Merkez teşkilatı; hükümdar, saray ve Divanıhümayun olarak sıralanmıştı. 
merkez-teşkilatı-padişah
OK-YAY MÜNASEBETINE GÖRE
Bilecik’in fethinden sonra Dursun Fakih, cuma namazının kılınması için sultandan izin almanın gerekli olduğunu Osman Gazi’ye kayınbabası Şeyh Edebalı vasıtasıyla bildirdi. Osman Gazi, “Bu şehri kendi kılıcımla aldım. Onda sultanın ne hakkı var?” cevabını verdikten sonra ilave etti, “Ona sultanlık veren Allah bana da hanlık verdi. Eğer o ben Al-i Selçuk’um derse ben de Gök Alp oğluyum.” sözleriyle hâkimiyet hakkının kendisine intikal ettiğini ileriye sürdü. Karacahisar’da cuma, Eskişehir’de bayram hutbesini kendi adına okuttu. Sefa ÖCAL, “Dursun Fakıh”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Sayı 34, s. 25-27 (Düzenlenmiştir.).

KANUNI’NIN OĞLUNA NASIHATI
I. Süleyman tahtı ele geçirmek için düzen kuran oğlu Beyazıt’a “Geleceğin için her şeyi Allah’a bırakmalısın çünkü hükümdarlıkları ve yönetimlerini düzenleyen, kişiler değil, Allah’ın taktiridir. Allah ülkenin benden sonra senin olmasını istemişse yaşayan hiç kimse bunu engelleyemez.” demiştir.Prof. Dr. Halil INALCIK, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ, s. 65.

Hükümdar 
Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Döneminde yönetimde eski Türk töresine uygun olarak boy sistemi usulleri tatbik edilmiştir. Yönetim hakkına sahip olan Osmanlı ailesinin reisi aynı zamanda memleketin de yöneticisidir. Başlangıçta “bey”, “gazi” unvanlarını taşıyan Osmanlı hükümdarları daha sonra “hüdavendigâr”, “sultan”, “han” ve “padişah” unvanlarını da kullanmışlardır. 
İlk Türk devletlerinde olduğu gibi Osmanlılarda da hükümdarlığın ilâhi takdire göre belirlendiğine inanıldı ve hükümdar olma hakkı “Âl-i Osman” olarak adlandırılan Osmanlı ailesine verildi. Başlangıçta ülkenin hanedanın ortak malı sayılması düşüncesi ve hükümdarlığa hanedan ailesinden kimin geçeceği konusunda bir kuralın olmaması geleneği devam ettirildi. I. Murat’a kadar devlet adamları ve askerlerce sevilen ve takdir edilen şehzade hükümdar olurken I. Murat’tan itibaren “Ülke hanedanın ortak malıdır.” anlayışının yerini “Ülke padişahın oğullarınındır.” anlayışı aldı.
Fatih Kanunnamesi, devletin bekasının sağlanması ve taht kavgalarının önüne geçilmesi için tahta çıkan hükümdarın gerekli tedbirler almasına izin verdi. XVII. yüzyıla kadar devam eden bu üsul I. Ahmet’ten itibaren, “ekber ve erşed” (hanedanın en büyük erkek evladının Osmanlı tahtına geçmesi) şeklinde değiştirildi. 1876’da hazırlanan Kanunuesasi ile hanedanın en yaşlı erkek üyesi, veliaht olarak kabul edildi. I. Murat’tan itibaren tahta geçme usulünde yapılan bu yeniliklerle Osmanlı Devleti diğer Türk devletlerinden ayrılmış oldu. 
Osmanlı Devleti’nde padişah cülus töreni ile tahta çıkardı. Cülus töreni Osmanlı padişahlarının tahta çıkmalarını takip eden ilk günlerde Eyüp Sultan Türbesi’nde kılıç kuşanmaları dolayısıyla yapılan merasimdi. Padişah; yasama, yürütme ve yargıya ait her türlü yetkiyi şahsında toplardı. Ancak kanun, nizam, örf, âdet ve geleneklere uymak zorundaydı. Bir işe başlamadan önce padişahın, devlet adamları, komutanlar ve şeyhülislama danışması gerekirdi. Bütün bunlar onun otoritesini bir nevi sınırlandırmaktaydı. XVII ve XVIII. yüzyıllarda padişahın yetki ve görevlerinde bir değişiklik olmadı. Ancak siyasi ve askerî şartlar gereğince padişahların otoritesi; yeniçeri, ümera ve ulemanın nüfuzu ile sınırlandırıldı. Yeniçeri ve ulemanın desteği olmadan ıslahat ve yeniliklere teşebbüs eden padişahlar, bu girişimlerinde başarılı olamadı. 
Saray
Osmanlı Devleti’nde saray, Türk-İslam devletlerinde olduğu gibi hem padişahın özel hayatının geçtiği evi hem de devlet işlerinin yürütüldüğü merkezdi. Divan toplantıları, cülus töreni, yabancı elçilerin kabulü ve bayramlaşma törenleri burada yapılırdı. Devletin yürütme organı olan hükûmet, sarayın “Bâbüssaâde” denilen kısmında toplanırdı.
Osmanlı Devleti’nde XVI. yüzyıla kadar idareci kadrolar, genel olarak ilmiye ve seyfiye sınıflarından seçilirdi. Ilmiye sınıfı ilim adamlarından, seyfiye ise askerlerden oluşurdu. Bürokratik işler bu sınıflara mensup kişiler tarafından yürütülürdü. Bu yüzyıldan itibaren bunlara bürokratların oluşturduğu kalemiye sınıfı eklendi.
Yönetim ve askerlik konusunda önemli görevleri olan seyfiye, devşirme kökenli kişilerden oluşurdu. Devşirme, Türk-İslam devletlerindeki gulam sisteminin, bazı farklılıklarıyla Osmanlı Devleti’nde uygulanmasıydı. Bu sistemi Türkiye Selçuklularından alan Osmanlılar, yalnızca Hristiyan kökenli çocukları eğitmeleri ve onları hem askerî hem de idari alanda istihdam etmeleriyle diğer Türk-İslam devletlerinden ayrıldı. 
Devşirme sistemine göre alınan çocuklar Anadolu’daki Türk ailelerinin yanına gönderilerek Türk-İslam kültürüne göre yetiştirilirlerdi. Daha sonra bir kısmı eğitilmek üzere küçük saraylara (Edirne, Galata, Ishak Paşa ve Ibrahim Paşa sarayları gibi), diğerleri de Acemioğlanlar Ocağı’na gönderilirlerdi.
Saraylara gönderilen çocuklar gerekli eğitimi aldıktan sonra seçime tabi tutulur, bir kısmı Topkapı Sarayı’na diğerleri kapıkulu süvari ve silahtar bölüklerine yerleştirilirdi.
Topkapı Sarayı’nda eğitimlerini tamamlayanlar merkezde ve taşrada önemli mevkilerde görevlendirilirdi. Eyaletlerde görev alan beylerbeyi, sancakbeyi ve vezir rütbesindeki devşirmeler haremde eğitim alan cariyelerle evlendirilirdi. Böylece bu yöneticilerin eyaletlerde yerli büyük ailelerin kızlarıyla evlenmeleri önlenerek merkezî otorite korunur ve taşradaki adil yönetimin sürekliliği sağlanırdı.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında devlet idaresinde ön planda olan Türk kökenli vezir ve beyler, Veziriazam Çandarlı Halil Paşa’dan sonra bu özelliklerini kaybetti. Bunların yerini devşirmeden yetişen devlet adamlarının almasıyla Osmanlı yönetiminde devşirme ve Türk kökenli devlet adamları arasında rekabet görülmeye başladı. 

DEVŞIRME SISTEMI
Devşirme sistemi özellikle Rumeli’deki Hristiyan köy ve kasabalarında uygulanırdı. Devşirme Kanunu’na göre görevli memurlarca 8-20 yaşları arasında kırk haneden bir kişi alınırdı. Tek çocuklu ailelerin çocukları alınmazdı. Aile şeceresine dikkat edilerek alınan bu çocuklarla ilgili her türlü bilgi defterlere kaydedilirdi. Osmanlı padişahları bu şekilde yetenekli kişileri seçerek sadece kendilerine bağlı askerî ve bürokrat bir sınıf oluşturmayı amaçlardı. Prof. Dr. Abdülkadir ÖZCAN, “Askerî Teşkilat”, Osmanlı Dünyayı Nasıl Yönetti, s. 97-98 (Özetlenmiştir.).
Divanıhümayun
Osmanlıların Kuruluş Döneminde, yönetimle ilgili kararlar alınırken eski Türk töresi ve boy usulleri uygulanırdı. Orhan Bey’den itibaren devletle ilgili önemli meseleler, hükümdarın başkanlık ettiği ve bir kısım devlet adamının oluşturduğu “Divanıhümayun”da görüşülürdü. Fatih Dönemiyle birlikte sadrazam Divanıhümayuna başkanlık etmeye başladı. 
Divanıhümayunda toplumu ilgilendiren, idari, mali ve askerî konular ve yöneticilerin kendi başlarına karar veremedikleri meseleler görüşülür, karara bağlanır ve padişahın onayına sunulurdu. Burada alınan kararlar şeyhülislamın fetvasından sonra kanun olarak yürürlüğe girerdi. Bu şekliyle Divan, Osmanlı Devleti’nin en önemli yasama ve yürütme organı niteliğini taşımakta, Türk-İslam devletlerindeki Divan-ı Mezalimin yürüttüğü görevi de üstlenmekteydi. Kaza mahkemelerinde karara bağlanan davalar itiraz durumunda ikinci kez burada görüşülürdü.


Divanıhümayunda alınan kararların uygulanması ve kayıtlarının tutulmasında beylikçi, tahvil, ruûs ve amedi kalemleri görevliydi. 
osmanlıda-klasik-dönem-divan-üyeleri


3. Taşra Teşkilatı
OSMANLI BEYLİĞİNDE TOPRAK YÖNETİMİ
Oruç Bey tarihinde beyliğin ilk yılları şöyle anlatılır: “Osman Gazi aldığı memleketleri bağışladı. Karahisar Sancağı’nı oğlu Orhan’a, subaşılığı kardeşinin oğlu Alp Gündüz’e, Yarhisar’ı Hasan Alp’e, İnegöl’ü Turgut Alp’e verdi. Kayınpederi Edebalı’ya Bilecik gelirlerini tahsis etti. Konur Alp Gazi ve Akça Koca ahrete göçtüler. Orhan Gazi dahi o illeri sancak yapıp oğlu Süleyman Paşa’ya verdi. İnönü Sancağı’nı diğer oğlu Murad Gazi’ye verdi. Orhan Gazi gelip İzmit’i fethetti. Karamürsel derler bir yiğit vardı, o kıyıyı ona verdi. Ülkesini tımar olarak üleştirdi.” 
Aşıkpaşazade Tarihi ’nde Osman Bey’in dilinden tımar sisteminin esaslarını ihtiva eden şu cümleler yer alır: “Kime bir tımar verirsem, elinden sebepsiz yere almasınlar. O ölünce oğluna versinler. Çok küçük dahi olsa versinler. O, savaşa yarayacak hâle gelinceye kadar sefer vaktinde hizmetkârı sefere gitsin. Her kim bu kanunu tutarsa Allah razı olsun. Eğer neslime kanundan başka kanun koyduracak olurlarsa eden ve ettirenden Allah razı olmasın.” 
GÜÇLER AYRILIĞI
Osmanlılar bir bölgenin adil bir şekilde yönetilmesini temin edebilmek için ilk dönemden itibaren buralara iki farklı yetkili atamıştır. Bunlardan biri hükümdarın yürütme yetkisini temsil eden asker kökenli bey, diğeri ise sultanın yasama yetkisini temsil eden ulema kökenli kadıydı. Bir nevi güçler ayrımını gerçekleştiren bu yönetimde bey, kadının hükmü olmadan hiçbir ceza veremez kadı da hiçbir kararını kendi başına icra edemezdi. Kadı kararlarını uygulamada beyden bağımsızdı, emirleri doğrudan doğruya sultandan alır, sultana doğrudan doğruya dilekçe verebilirdi. Prof. Dr. Halil INALCIK, Osmanlı Imparatorluğu Klasik Çağ, s. 108.
Osmanlı Beyliği’nin ilk dönemlerinde ülke bir hünkâr sancağı ile beyin oğulları tarafından yönetilen sancaklara bölünmüştü. Ancak Türk İslam Devletlerinden farklı olarak daha merkezî bir devlet yapısını hedefleyen Osmanlı Devleti, fethedilen bölgelerdeki idari yapıyı buna hizmet edecek şekilde kurdu. I. Murat Döneminde Rumeli’deki topraklar, sancak statüsüne getirilerek Rumeli Beylerbeyliği’ne bağlandı ve başına Lala Şahin Paşa getirildi. Yıldırım Bayezit zamanında da Anadolu Beylerbeyliği kuruldu. XV ve XVI. yüzyılda sınırların genişlemesine paralel olarak beylerbeyliklerin sayıları arttı. Ancak derece itibariyle Rumeli Beylerbeyi hepsinin üstündedir. XVI. yüzyıldan sonra da eyalet terimi kullanılmaya başlandı. 
FEODALITE VE TIMAR
Osmanlı Devleti’nde tımar sistemi uygulanırken Avrupa krallıklarında derebeylik sistemi bulunmaktaydı. Tımar ile derebeylik arasında büyük farklılıklar vardı. Feodaller toprağın gelirini almakla birlikte idari, hukuki ve mali bağımsızlığa sahipti ve kralın bunları azletme yetkisi yoktu. Ayrıca bulundukları yerde halkı kendi malı olarak görürlerdi. Tımar sisteminde ise tımar sahibi kendisine tahsis edilen topraklarda kiracı durumunda olup elindeki arazinin değil, belli görevleri yerine getirmek karşılığında buralardan elde edilen ürünün devlet adına topladığı verginin sahibiydi. Tımar sahibi, kanunlara ve devlet düzenine uymazsa arazisi alınır, yetkileri de devletin koyduğu kanunlar çerçevesinde sınırlandırılırdı. Prof. Dr. Yusuf HALAÇOĞLU, “Klasik Dönemde Osmanlı Devlet Teşkilatı”, Türkler Ansiklopedisi, C 9, s. 808 (Özetlenmiştir.).
Osmanlı Devleti, topraklarının genişlemeye başlamasıyla farklı ekonomik yapı ve kültürlere sahip toplulukları idare etmek durumunda kaldı. Merkezî otoriteyi güçlendirmek, aynı zamanda da topluluklar arasındaki dengeyi sağlamak isteyen Osmanlı Devleti bu amaca hizmet edecek bir idari yapı oluşturdu. Bundan dolayı Osmanlı taşra teşkilatında farklı idari uygulamalar görüldü. 
 osmanlı-taşra-idaresinin-özellikleri
Osmanlı taşra teşkilatı büyükten küçüğe doğru; beylerbeyi tarafından idare edilen eyaletler, sancaklar, kazalar ve kazalara bağlı köylerden oluşmaktaydı. Devletin taşradaki en yetkili temsilcisi, ataması padişah tarafından yapılan “beylerbeyi” idi. Başlangıçta eyaletlerin askerî işlerinden sorumlu olan beylerbeyi, zamanla mülki amir durumuna geldi.
Beylerbeyi hizmetleri karşılığında kendisine tahsis edilen “has”lardan devletin belirlediği ölçüde vergi alırdı. Eyaletin merkezinde “paşa sancağı” da denilen yerde oturur ve burayı yönetirdi. Bulunduğu eyalette sadece mülki amir durumundaydı. Yargı yetkisi merkezden yollanan kadıya, mali yetki ise defterdara aitti. Beylerbeyinin eyalete bağlı bulunan ve merkez tarafından atanan sancak beylerinin üzerindeki yetkisi ise sadece teftişten ibaretti. Taşra yönetiminde beylerbeyinden sonra en yetkili yönetici sancak beyiydi. Bunların maaşları da “has”lardan alınan vergi gelirleriyle karşılanırdı. Sancak beyi, emrindeki askerlerle birlikte beylerbeyinin emrinde savaşa katılırdı.
osmanlı-klasik-dönem-taşra-idari-görev
Kazalarda sivil ve adli işlerden sorumlu olan kadılar merkezden atanırdı. Kazanın belediye işleri de bu kadılar tarafından yürütülürdü. 
OSMANLI TAŞRA İDARESİNİN ÖZELLİKLERİ
osmanlı-taşra-idaresinin-özellikleri
1.   Eyaletler 
1.1. Salyaneli: Tımar sistemi uygulanmaz ve vergiler iltizam usulüne göre toplanırdı. Eyalet gelirleri buradaki görevlilerin maaşları çıktıktan sonra merkeze gönderilirdi. 
1.2. Salyanesiz: Tımar sisteminin uygulandığı eyaletlerdi. Tahrir defterlerinin tutulması, tımarların teftiş edilmesi bu eyaletlerde merkeze bağlılığı kuvvetlendirdi. 
2. İmtiyazlı Hükûmetler: Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetini kabul ederlerdi. İç işlerinde serbest, özel statülü birimlerdi. İdareciler, devlet tarafından seçilirdi. Vergi verirler ve gerektiğinde seferlere asker gönderirlerdi. Hicaz, diğerlerinden farklı bir statüye sahipti (Vergi ve asker göndermezdi.). 
3. Yurtluk ve Ocaklık: Bazı toprakların tasarruf hakkı yerli beylere verilirdi. Arazi satılamaz, bağışlanamaz, vakfedilemez ancak miras bırakılabilirdi. Beyler, beylerbeyine karşı sorumlu ve eyalet kadısı tarafından kontrol edilirdi. Vergilerden, gerekli pay alındıktan sonra kalanı merkeze gönderilirdi. Barış zamanlarında kale tamiri vb. işlerle uğraşan bey ve askerleri, savaş durumunda beylerbeyinin emrine girerdi. Tımardan farkı, hizmet karşılığı verilmeyişi ve sahibinin bir kısım kazaî yetkilere de sahip olmasıydı.

4. Ordu Teşkilatı
Osmanlıların kuruluşunda ordu, beylik kuvvetlerinden meydana geliyordu. Orhan Bey Döneminde kurulan ilk düzenli ordu, yaya ve müsellem olmak üzere iki kısımdı. Aynı dönemde küçük çaplı bir donanma da oluşturuldu. Türklerin Rumeli’ye geçmesinden sonra bu kuvvetlerin ihtiyaca cevap verememesi üzerine I. Murat zamanında Türk-İslam devletlerindeki gulam askerlerine benzer özelliklere sahip kapı kulu ocakları kuruldu. Yine Türk-İslam Devletlerindeki ikta sistemi tımar sistemi adı altında varlığını devam ettirerek Osmanlı eyalet askerlerinin önemli bir kısmını oluşturdu. 
Güçlü bir askerî yapıya sahip Osmanlı ordusunu kara ve deniz olmak üzere iki kısımda inceleyebiliriz. 
 kapıkulu-askerleri

Ç. TANZİMAT DÖNEMİ OSMANLI DEVLET TEŞKİLATI
1. XVII ve XVIII. Yüzyılda Osmanlı Devleti’nde Meydana Gelen Değişmeler
XVII. YÜZYILDA OSMANLI DEVLETI
Sultan Süleyman divana katılmaz ancak işler hususunda bilgi sahibi olurdu. Onun huzuruna çıkmak kolay olup her zulüm gören hâlini ona arz eder ve padişah nice hâllere vâkıf olurdu.
Nedimler ve padişahın yakınları, Sultan Murad Han’ın ilk zamanlarına kadar güngörmüş, işten anlar, fikir sahibi, iyilik düşünen akıllı kimseler idi. Veziriazamlık, bir ulu makamdı ve sebepsiz azlolunmazdı.
Eski zeamet ve tımar kimseye arpalık, has ve paşmaklık olmazdı. Tımar sahipleri devletin iyiliğini isteyen temiz ve inzibatlı bir taife idi. Hepsi baba ve dedelerinden kalma dirliğine sahipti. Yararlılığı görülmeyenin maaşı artırılmazdı. Seferlerde yararlılık ve bahadırlık gösterenler zeamete hak kazanırdı. Tımar erbabının zeamet ve tımarları olan sancaklar dışında oturmaları yasaktı. İstanbul’dan kimseye dirlik verilmezdi. Eğer beylerbeyi yolunu bulup ehliyetsiz bir kimseye tımar verirse hak sahibi olanlar, İstanbul’a gelip şikâyet ederlerdi. O beylerbeyi de makamından azlolunurdu.  Zuhuri DANIŞMAN, Koçi Bey Risalesi, s. 5-8 (Özetlenmiş ve sadeleştirilmiştir.).


XVIII. YÜZYILDA OSMANLI DEVLETI
Padişahın yönetimde başarılı olması için yetişmiş vezirlere ve harbi kazanacak askerlere ihtiyaç vardır. Tanrı’nın emaneti olan reayanın güven ve rahatını, dirlik ve düzenliğini korumaya çalışan, dindar, doğru ve akıllı bir veziri tam yetkiyle vekil tayin olunmalı ve hükûmet işlerinde tam bağımsız kılınmalıdır. Bu veziriazam da çok çalışarak halkın durumlarını iyileştirmeli haksızlıkları ve kötü usulleri ortadan kaldırmaya çok çaba harcamalıdır.
Veziriazamın padişahla olan işlerine ve sırlara ilişkin konularda vezirler bile bilgi sahibi olmamalıdır… Özellikle sadrazam o makama şeref veren devletli, halktan para cezası ve rüşvet adıyla mal toplamak sevdasına düşmemelidir. Ve veziriazam yakın ve tarafsız kimselerden sorarak devlet hizmetini hak eden fakir ve güçsüzlere memuriyetleri vermelidir.
Taşraya gönderilen buyrukların yerine getirilmesinde dikkat gösterilmeli. Güvenilen bir kadı ve vali tavsiyesi olmadıkça dilekçe ile vazifeler verilmesi, uygun ve beğenilir bir iş değildir. Haksızlık ihtimali çoktur.
Defterdar Sarı Mehmet Paşa, UĞURAL, Devlet Adamlarına Öğütler, s. 21-26 (Özetlenmiş ve sadeleştirilmiştir.).

Osmanlı Devleti’nin en parlak zamanını oluşturan Kanuni Devri, aynı zamanda Osmanlı devlet düzeninde bozulmaların da başladığı dönem olmuştu. Bu dönemde mevcut kanunlara riayet edilmemesi daha sonraları devlet düzenini bozacak suistimallere yol açtı. Tımarların rüşvetle alınıp satılmaya başlanması, sadarete ve serdarlığa usulsüz atamaların yapılması bu döneme ait usulsüzlüklerden bazılarıydı. Kanuni’den sonraki padişahlar yönetimi daha çok veziriazamlara bıraktı.
Avrupa’da Rönesans’la birlikte bilim ve teknik alanında sağlanan gelişmeler sonucunda teknolojik silahlarla donatılan Avrupalı ordular, Osmanlı Devleti’ne karşı askerî başarılar elde etti. Bu da Osmanlı Devleti’nin askerî, siyasi ve ekonomik alanda gerilemesinde etkili oldu.
XVI. yüzyıl sonlarından itibaren dirliklerin usulsüz olarak verilmesi tımar sisteminin bozulmasına sebep oldu. Buna bağlı olarak toprak yönetimi, zirai üretim, eyalet orduları ve iç güvenlikte aksaklıklar görüldü. XVII. yüzyılda tımarlı sipahilerin geri hizmetlere alınması üzerine taşradaki asker ihtiyacı vezir ve valilerin maiyetlerindeki “saruca-sekban” ve “levend” gibi derme çatma, nizamsız kuvvetlerle karşılandı. 
Sadece savaş döneminde maaş alan bu askerler, boş kaldıkları zamanlarda isyan çıkarıp bölgede huzursuzluklara neden oldu. Osmanlı klasik döneminde taşra yönetici ve görevlileri merkezden atanmış, mülki, askerî, adli ve mali konularda ayrı ayrı görevlendirilip görev ve yetki sınırları belirli kurallara bağlanmıştı. Böylece ülkede güçlü bir merkezî otorite oluşturulmuştu. Ancak daha sonraki dönemlerde taşrada vazifelendirilen mültezim, mütesellim ve ayan gibi görevlilerin bulundukları yerlerde siyasi bir güç elde etmeleriyle Osmanlı merkezî otoritesi sarsıldı.
Osmanlı Devleti’ndeki merkez ve taşra teşkilatında görülen bozulmalar XVII. yüzyıldan itibaren gittikçe artarak devam etti. Ülke içindeki sorunları klasik dönem devlet düzeninin tam olarak uygulanamamasına bağlayan devlet adamları, bu bozulmaları önlemek ve askerî başarısızlıklara son vermek için ıslahatlara yöneldi. Ancak istenilen sonuç alınamadı.
XVIII. yüzyılda sadrazamın güçlenmeye başlamasıyla divan, Babıalide (sadrazamın konağı) toplanmaya başladı ve görüşülen konular toplantı sonrasında padişaha sunuldu. Yine bu dönemde divana bağlı olan kalemiye önem kazandı ve bu sınıfın başı olan reisülküttap bu yüzyılda yetkilerini genişleterek hariciye işlerini yürütmeye başladı. Bu yüzyıldan itibaren askerî alanda Avrupa’dan geri kaldığını anlayan Osmanlı Devleti, çareyi Batılı kurumları örnek alan ıslahatlar yapmakta buldu. Lale Devrinde Sadrazam Damat İbrahim Paşa ile başlayan ıslahatlar III. Selim zamanında farklı bir ivme kazandı. 
III. Selim zamanında idari yapılanmada bazı değişiklikler görüldü. Atamalarda rüşvet ve iltimasın önüne geçmek için valilerin, bizzat padişah ve onun birinci derecedeki yardımcısı tarafından seçilmesine çalışıldı. Ancak istenilen sonuç elde edilemedi. Dış politikada denge siyaseti uygulanarak Viyana, Paris, Londra ve Berlin gibi diplomatik ağırlığı olan Avrupa başkentlerinde daimi elçilikler açılarak bu yeni politikayı yürütecek dış işleri kadrolarının oluşturulmasına başlandı.
1807’de III. Selim’in tahttan indirilmesiyle onun döneminde yapılan reformlar da sona erdi.
III. Selim Avrupa usulü ordu tanzim ve tertip edilirse devletin kurtulacağına, ulema ise bunun devleti yıkacağına inanıyordu. İngiltere de Osmanlı Devleti’nin Fransa’dan öğretmenler ve askerî danışmanlar getirmesinden endişelenmişti. Aşağıda bu konularla ilgili örnekler yer almaktadır.
ISLAHATLARA İÇ TEPKİLER
“Askere setre pantolon giydirip imanına halel getiren; önlerine muallim diye Frenkleri düşüren bir padişaha elbette Allah tevfikini çok görür. Hadimülharemeyn unvanına liyakati olmadığı ve bu suretle meydana çıkarır… Efendi şimdi ne yeniçeri var ne de sipahi! Cümlesi başı şapkalı Frenk oldu!..” 
ISLAHATLARA DIŞ TEPKİLER
Türkiye’deki ıslahat karşıtı hareketlere İngiltere’de katıldı. O sırada İngiliz donanması İstanbul önlerine gelmişti. İngilizler, şu tür dedikodular yaydılar: “Padişah İngiliz ve Ruslarla anlaştı… Yeniçeriler ortadan kaldırılacak… Donanma bu iş için geldi… Yeniçeriler yerine Nizam-ı Cedit askerleri geçecek.”



2.   XIX. Yüzyıl Islahatları
II. Mahmut, Ruscuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa’nın yardımı ile tahttan indirilen III. Selim’in yerine padişah oldu. Daha sonra merkezî idarede iç çevrelerin desteğini kazanmak ve otoritesini güçlendirmek amacıyla ayanlarla 1808’de “Sened-i İttifak”ı imzaladı. 
Senedi İttifak 
Ayanlarla padişah arasında “Senedi İttifak”ın imzalanması ile ayanlar, padişahın egemenliğini tanırken padişah da onların eyalet yönetimindeki varlığını ve iktidarını kabul etti. Böylece daha adil ve eşit vergi yönetimi vaat edilerek padişahın yetkileri ilk kez sınırlandırıldı. 
Islahat konusunda tecrübe kazanan II. Mahmut, merkezî otoriteyi güçlendirerek ülkedeki dirlik ve düzeni sağlamayı amaçladı. Önce ayanları etkisiz hâle getirdi ve Yeniçeri Ocağı’nı da kaldırarak “Asakir-i Mansure-yi Muhammediye” adıyla yeni bir ordu oluşturdu. 
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla seyfiye (askerî) sınıfının siyasi etkisi azaltıldı. II. Mahmut’un iktidarı güçlenirken ıslahatların yapılması için de uygun zemin hazırlandı. İlk olarak askerî alanda başlayan ıslahatlarla genelkurmayın çekirdeğini oluşturan “Babıali Seraskerliği” kuruldu. Avrupa’dan subaylar getirtilerek eğitimli subay yetiştirmek maksadıyla askerî okullar açıldı.
Yönetimde merkez teşkilatına yeni bir biçim vermeye çalışan II. Mahmut sadrazam ve şeyhülislamda toplanan yetkileri nazırlıklar arasında paylaştırdı. Şeyhülislamlık hükûmete alınarak ilmiye sınıfının ve şeri yargı örgütünün başkanı durumuna getirildi. Böylece Islahatlar önünde engel olarak görülen seyfiye sınıfından sonra ulema sınıfı da kontrol altına alındı. Hukuki ve idari alanda yapılan yenilikler neticesinde laik bir yönetime doğru gidildi.

İdari yetkiler nazırlar arasında paylaştırılıp “Heyeti Vükela” (Bakanlar Kurulu) oluşturuldu. Başvekillik konumuna getirilen sadrazamlık, kurulan bakanlıklar arasında iş birliği ve koordinasyonu sağlayan bir üst makam oldu. Yine bu dönemde hükûmet işlerinin düzenli yürütülmesini sağlamak amacıyla meclisler ve komisyonlar meydana getirildi. Bu düzenlemeler “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin başlangıcını oluşturdu. 
Osmanlı hükûmeti gibi kalemiye sınıfı da modern bir yapıya kavuşturuldu. Ilk kez iç ve dış işleri olmak üzere iki ayrı sınıfa ayrılan memurların maaşları hazineden ödenmeye başlandı. Müsadere usulü kaldırılarak memurlar güvence altına alındı. Böylece Tanzimat Döneminde daha da gelişen çağdaş Osmanlı bürokrasisinin temelleri atıldı.
II. Mahmut, Rumeli ve Anadolu’daki vilayetleri merkeze bağlayarak ülkede devlet otorite ve hakimiyetini sağlamlaştırmak istedi. Valilere, maaş bağlamak suretiyle onları memur statüsüne getirdi. Tımar sistemini kaldırdı. Valileri “redif” adı verilen modern bir yöntemle asker yetiştirmekle de görevlendirdi. II. Mahmut Döneminde mahalle ve köylerde köy kethüdası (muhtarlık) kurularak ayanların taşradaki görevlerini üstlenmesi için önemli bir adım atıldı. Ancak istenilen başarılar elde edilemedi.
divan-ve-heyeti-vükela
TERCÜME ODASI
XVII. yüzyılda Osmanlı Devleti yaptığı anlaşmalarda lisan bilen iyi diplomatlara ihtiyaç duydu. O döneme kadar Osmanlı yönetici ve uleması Avrupa devletlerini küçük görerek yabancı dillere karşı ilgisiz kalmıştı. XVIII. yüzyılın başında ticari faaliyetleri sayesinde Avrupa lisanlarını ve geleneklerini kolayca öğrenen Fenerli Rumlar, tercümanlık yaparak Osmanlı diplomasisinde de görevler aldı. Rum tercümanların 1821 Mora Isyanı’na ilgi göstermeleri, devletin Rum memurlara olan itimadını sarstı. Bunun üzerine II. Mahmut, Babıalide açtırdığı “tercüme odası”yla tercümanlık görevlerine Müslümanların alınması ve yetiştirilmesini sağladı.Tanzimat Dönemi aydınlarının bir kısmı burada yetişti. Rumlar tercümanlık görevlerinden uzaklaştırıldı. Bu uygulama Mustafa Reşit Paşa zamanında da devam etti. Ancak onun yerine geçen Ali Paşa’nın Müslüman tercümanları kademeli olarak tasfiye etmesiyle bunların yerini Ermeniler aldı. Prof. Dr. Bilal ERYILMAZ, Tanzimat ve Yönetimde Modernleşme, s. 59-61.

3.   Tanzimat Dönemi
MUSTAFA REŞIT PAŞA (1800-1858)
13 Mart 1800’de İstanbul’da doğdu. Babası Mustafa Efendi ve eniştesi Ali Paşa (eski sadrazam)’nın devlet kademelerinde üst düzey memur olması sebebiyle devlet bürokrasisinde hızla yükseldi.
Ordu kâtibi olarak görev aldığı 1828 Osmanlı-Rus Savaşı’nda, II. Mahmut’a gönderilen telhislerle dikkat çekti ve Amedî odasında görev aldı. 1829 Edirne ve 1833 Kütahya Antlaşması görüşmelerine kâtip olarak katıldı. 1834’te Paris, 1836’da da Londra Büyükelçisi daha sonra Dış İşleri Bakanlığı Müsteşarı oldu. 1837’de vezirlik rütbesiyle Dış İşleri Bakanlığına getirildi. İngiltere sefaretinde bulunduğu sıralarda İngiliz hükûmet teşkilatını ve devlet ricalini yakından tanıdı. 1839’da İstanbul’a dönen Reşit Paşa, Gülhane Hatt-ı Hümayun’un ilan edilmesi konusunda Abdülmecit’i ikna etti. Bu dönemde Mısır ve Boğazlar meselesi, milliyetçilik isyanları vb. olaylar vardı.
Mustafa Reşit Paşa, Osmanlı Devleti’nin geleneksel kurum ve siyasetinin artık şekil değiştirmesi gerektiğini fark eden bir devlet adamı olarak kendinden sonraki reformcu çalışmaların öncüsü oldu. Ancak eski devlet geleneği ve bünyevi farklılıklar, Tanzimat’ın getirdiği müessese ve hükûmetlere karşı muhalefeti daima canlı tuttuğu için Mustafa Reşit Paşa Tanzimat’tan umduğunu bulamadı. Karşılaştığı problemleri çözebilmek için bir aydın grubun desteğinden ve elverişli bir sosyal zeminden mahrum olan Paşa, sivil bürokrasiyi güçlendirerek bu olumsuzluğu etkisiz hâle getirmeye çalıştı.
Onun açtığı devir; aydınların yetişmesini, Osmanlı Devleti’nin geleceği için yeni düşünce, ıslahat ve yönetim şekillerinin tartışılmasını sağladı. Mustafa Reşit Paşa bu görevleri sırasında; kutsal yerler, Rusya ve azınlıklar, Macar ve Leh mültecileri meseleleriyle uğraştı. Karma ticaret mahkemeleri, Mekâtib-i Umumiye Nezâreti, Meclis-i Âli Tanzimat, Hazine-i Evrak, Encümen-i Daniş ve Şirket-i Hayriye’nin kurulması, rüştiye mektebinin açılması, işkencenin önlenmesi, esir ticaretinin yasaklanması gibi pek çok kurum ve kanunların oluşmasında etkili oldu. Bu dönem içinde altı kere sadaretten, üç kere de Hariciye Nazırlığından azledildi. Mustafa Reşit Paşa’nın İngiliz yanlısı politikaları, Tanzimat ideallerine bağlılığının bazı çevreleri rahatsız etmesi ve İstanbul’da İngiliz ve Fransız nüfuzunun azalıp çoğalması buna neden oldu.
1854’te dördüncü kez sadrazam olan Mustafa Reşit Paşa, Kırım Savaşı sırasında Rusya’ya karşı İngiltere ve Fransa’yı Osmanlı Devleti’nin yanına çekmeyi başardı. 1856’da yetiştirdiği yeni sadrazam Âli Paşa’nın hazırladığı Islahat Fermanı’nı devletin çıkarlarına aykırı bulduğunu belirten bir raporu Abdülmecit’e sundu.  Dr. Nevin YAZICI, Osmanlılık Fikri ve Genç Osmanlılar Cemiyeti, s.15 (Düzenlenmiştir.).
Osmanlı Devleti XIX. yüzyılda içte ve dışta karşılaştığı sıkıntıları aşabilmek için Avrupa’dan destek alma ihtiyacı hissetti. O dönemde devlet adamları içinde Avrupa’yı en iyi tanıyan çeşitli yerlerde elçilik görevlerinde bulunan Mustafa Reşit Paşa, padişah Abdülmecit’in onayıyla Avrupa usulüne benzeyen nitelikte ıslahat çalışmalarına girişti. 3 Kasım 1839’da Gülhane Parkı’nda Gülhane Hatt-ı Hümayunu adı ile anılan Tanzimat Fermanı’nı ilan etti. Bu tarihten 1876 kanunuesasinin (anayasa) ilan edildiği zamana kadar geçen döneme “Tanzimat Dönemi”, yapılan yeniliklere de “Tanzimat reformları”denildi. 
Tanzimat Fermanı’nı hazırlayanlar padişahın yetkilerini sınırlamayı esas almışlardı. Padişahların tahta çıktıklarında yayınladıkları bir ahidname niteliğinde olan fermanın yaptırım gücü yoktu. Fermanla getirilen hakların nasıl uygulanacağı konusunda bir planlama yapılmadı. Bu yüzden ülke yönetiminde verimli bir işleyiş sağlanamadı. 1854’te Kırım Savaşı’ndan sonra Rusya’nın uzun bir süre Osmanlı için tehlike olmaktan çıkarılması, reformcuların önüne yeni bir barış ve huzur dönemi açtı. Öte yandan 1856 Paris Konferansı ile Avrupa devletleri Tanzimat Fermanı’nın hükümlerinin genişletilerek uygulanması için baskılarını arttırdı. Bunun üzerine Babıali 1856’da “Islahat Fermanı”nı ilan etti. Yeni ferman, gayrimüslimlere geniş haklar tanıdı. Gayrimüslim tebaanın gerek merkezî gerekse taşra yönetiminde görev almasına imkân sağlandı. Böylece idare daha geniş ve katılımcı bir yapıya kavuşturulmak istendi.  

a.Merkez Yönetimi
II. Mahmut Döneminde yapılan ıslahatlar Tanzimat Dönemi reformlarının temelini oluşturmuştu. Yine bu dönemde ortaya çıkan sivil bürokrasinin Tanzimat Döneminde önemli bir güç hâline gelerek yönetim alanında yapılacak yeniliklerde belirleyici rol oynadı.
II. Mahmut Döneminde merkez teşkilatında yapılan düzenlemeler Tanzimat’la birlikte geliştirilerek bazı değişiklikler yapıldı. Başvekâlete çevrilensadrazamlık eski durumuna getirildi. Şeyhülislamlık kurumunun siyasi danışmanlık niteliği azaltılarak sürdürüldü. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasına yönelik bu çalışmalar laik bir sisteme geçiş için önemli bir adım oldu. 

Tanzimat Döneminde yüksek mahkeme işlerini gören ve yönetmelik hazırlayan meclisler kuruldu. Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye, yeniden düzenlenerek yönetimde etkin duruma getirildi. Kanun ve yönetmelik hazırlamanın yanı sıra yüksek bir mahkeme gibi görev yaptı. Ancak bu meclis kanun ve yönetmelik hazırlama görevini 1854’te kurulan Meclis-i Âli-i Tanzimat (Tanzimat Yüksek Meclisi)’a devretti ve sadece yüksek mahkeme olarak kaldı. 1861’de bu iki meclis birleşti.
1868’de ise bugünkü Danıştay’ın görevlerini üstlenen Şura-yı Devlet ve Yargıtay’ın görevlerini üstlenen Divan-ı Ahkâm-ı Adliye kuruldu. Böylece yürütme ve yargı birbirinden ayrılmış, yargının bağımsızlığı tanınmış oldu. 
tanzimat-dönemi-meclisleri
b.Taşra yönetimi:
Tanzimat Fermanı’nın getirdiği prensiplerin hayata geçirilmesi, eyalet yönetiminde düzenlemeler yapılmasını zorunlu kıldı. Fermanın herkesten eşit miktarda vergi alınması kararı uyarınca II. Mahmut Döneminde uygulanan iltizam usulü kaldırıldı. Merkezden gönderilen memurlarla vergilerin toplanması kararlaştırıldı. Ancak usulsüzlüklerin yaşanması üzerine iltizam usulüne geri dönüldü ve taşra yönetimini yeniden şekillendirecek bir dizi mali ve idari düzenlemeler yapıldı. Buralarda merkezî teşkilata benzeyen kademeli bir idare ve meclis hiyerarşisinin yer aldığı yeni bir yapı oluşturuldu. Taşra teşkilatını düzenlemek amacıyla 1840’ta bir nizamname çıkarıldı. 
Bu nizamnameye göre en büyük birim eyaletti. Eyaletler sancaklara, sancaklar da (sancağın bir birimi olarak ilk kez kurulan) kazalara, kazalar da köylere ayrıldı. Eyalet yönetiminde eskiden olduğu gibi merkezden gönderilen vali (müşir) etkili oldu. Sancaklara kaymakam atanırken kazalarda halkın tercihine göre seçilen kaza müdürü, köylerde ise muhtar idareci oldu. Eyalet sisteminde yeni bir yapılanmaya gidilerek valinin ve taşradaki diğer görevlilerin (defterdar, zaptiye müdürü, kaymakam ve kaza müdürü) görev ve yetkileri belirlendi. 1842’de devlet görevlileri yanında halkın seçtiği Müslüman ve gayrimüslim tebaayı temsilen üyelerin yer aldığı eyaletlerde “büyük meclis” (1849’dan sonra adı eyalet meclisi)ler, sancaklarda ise “küçük meclis”(1849’dan sonra adı, sancak meclisi)ler kuruldu. Bu meclisler, mülki yöneticiye bölge sorunlarının çözülmesinde yardımcı olmak ve merkezden gönderilen emirleri uygulamak, bölge yönetimiyle ilgili her türlü icraatı yerine getirmek gibi görevleri üstlendi. 
Taşra teşkilatında yöneticilerin yetki ve sorumlulukları, diğer görevli memur ve meclislere paylaştırılarak geniş yetkileri sınırlandırılırken daha merkezî bir idari yapı oluşturulmak istendi. Taşradaki meclislere gayrimüslimler de dâhil olmak üzere halktan belirli bir kontenjan ayrılarak halkın yönetime katılması sağlanmaya çalışıldı.
osmanlı-taşra-teşkilatı2
Islahat Fermanı’nın yayınlanmasından sonra ülke içinde ortaya çıkan bazı tepkisel hareketleri önlemek ve daha merkezî bir yönetim kurmak için taşra yönetiminde yeni düzenlemelere gidildi. Hazırlanan vilayet nizamnamesi 1864’te önce Tuna vilayetinde, 1867’de bütün ülkede uygulandı. 
Eyaletler “vilayet” adını aldı. Her vilayet sancak (liva), kaza ve köylere ayrıldı. Vilayetin başında vali, livada liva kaymakamı, kazada müdür, köylerde ise seçimle gelen muhtarlar görevlendirildi. Bunlara yardımcı olmak üzere halktan temsilcilerin de yer aldığı “vilayet idare meclisi”, “liva idare meclisi” ve köylerde “ihtiyar heyeti” oluşturuldu. Ayrıca vilayetlerde her yıl belirli zamanlarda toplanmak üzere “vilayet umum meclisleri” kuruldu. Livadan seçilen yerel temsilciler bu mecliste halkın isteklerini merkeze iletme şansına sahip oluyorlardı. Bu şekilde Osmanlı Devleti’nde halkın da yönetime katılımıyla oluşturulan bir dizi danışma meclisi ile merkezden taşraya uzanan merkezî bir idari yapı tesis ediliyordu. 
1871’de yayımlanan Vilayet Nizamnamesi 1913’e kadar yürürlükte kaldı. Bu nizamname ile merkezin denetim ve kontrolü artırıldı. Taşradaki her idari birimin yönetimi ayrıntılı bir biçimde düzenlendi. Mülki amirlerin görev ve sorumlulukları belirlendi. Livada mutasarrıf, kazada kaymakam ve ilk kez oluşturulan nahiyede nahiye müdürü, köylerde ise seçimle gelen muhtarlar yönetici oldu. Liva, kaza, nahiye ve köylerde bölge halkını temsilen Müslüman ve gayrimüslim üyelerin katılmasıyla teşekkül edilen meclisler köylerden başlayarak kademeli bir şekilde vilayet umûmi meclislerini oluşturdu. Böylece halk meselelerini yönetime ulaştırarak çözüme ortak oldu. 1871 nizamnamesi ile vali ve mutasarrıfın bulunduğu her merkezde bir belediye örgütünün yer alması kararlaştırıldı. Buna göre kurulan belediye idare meclislerinin memurlar arasından seçilen bir meclis reisi vasıtasıyla kentin belediye işlerini yönetmesi sağlandı. 
I. Meşrutiyet Döneminde Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının ilk işlerinden biri Osmanlının yerel yönetim ve belediye hizmetlerini yeni baştan ele almak oldu. 1877’de çıkarılan belediye yasası 1 Eylül 1930 tarihine kadar yürürlükte kaldı.

D. MEŞRUTİYET DÖNEMİNDE OSMANLI DEVLET TEŞKİLATI
1. Kanunuesasinin Kabulü ve I. Meşrutiyet’in İlanı
ZIYA PAŞA’NIN CUMHURIYET IDARESINI ANLATAN MAKALESINDEN
“Cumhuriyet idaresinde padişah, imparator, sadrazam, vb. yoktur. Bunların hepsi memleketin ahalisidir. Halk birkaç şahsın hüküm ve keyfine esir olmayıp zengin ve fakir herkes temel hak ve hürriyetini muhafazada serbesttir.
 Cumhuriyet idaresinde azasını halkın seçtiği bir millet meclisi olur. Ve ahaliden bir zat geçici olarak bu meclisin reisliğine getirilirdi.
Cumhuriyet idaresinde herkes temel hak ve hürriyetler konusunda ne kadar hür ve serbest ise kanunlara uyma konusunda o kadar esir ve mecburdur. Millet meclisinin millî ahlaka, memleketin durumuna ve anayasaya göre tanzim ve tesis olunan hüküm ve nizamları vardır. Meclis üyeleri ve reisi bütün uygulamaların bu kanuna bağlı olarak yapılmasını sağlar. Halktan asla fark ve imtiyazları olmayan meclis üyelerinin ahaliden tek farkı geçici bir süre için seçilmiş olmasıdır.” Dr. Nevin YAZICI, Osmanlılık Fikri ve Genç Osmanlılar Cemiyeti, s. 121 (Düzenlenmiştir.). 

TANZIMAT DÖNEMINDE BIR OSMANLI BÜROKRATININ INGILTERE NOTLARINDAN
İngiliz milletinin başı kraliçedir. Devlet “Avam Kamarası” adlı altı yüz küsur azalı bir millet meclisi ile “Lordlar Kamarası” isimli dört yüz küsur azalı asiller meclisinden oluşur. Avam Kamarası yedi senede bir, büyük eyalet merkezi ve kasabalardan seçilen temsilcilerden meydana gelir. Lordlar Kamarası ise büyük ailelerin mensupları arasından seçilip daimi olarak tayin edilirdi. İngiltere’de halk eskiden beri iki partiye oy verir. Bu partiler adeta İngilizler ile Fransızlar gibi bölünmüş olup aralarında çekişmeler hiç eksik olmazdı.
Millet meclisinde çoğunluk hangi partide ise kraliçe bütün bakanların oradan seçilmesini talep ederdi. Parti başkanı bakanların isimlerini bir dosya içinde kraliçeye sunardı. Bu isimlerin kabulü hem mevcut kanunların hem de siyasi değerlerin bir gereğiydi. Ancak adalet ve güvenlik işleyişi milletin kendisinde olup bu sahalara müdahale olunmazdı. Seyahatname-i Londra, çev.: Fikret TURAN, s. 54-56 (Düzenlenmiştir.). 
XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dünyada anayasal yönetim hareketleri güçlenmeye başlamıştı. Osmanlı Devleti de bu gelişmelerden etkilendi. Ülke içinde 1860’lardan itibaren “Genç Osmanlılar Cemiyeti ne üye aydınlar bu doğrultuda çalışmalarını hızlandırdı. Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile yönetim alanında başlayan yenilikler Genç Osmanlıların çalışmalarıyla anayasal düzene doğru ilerleme kaydetti. Mithat Paşa, daha şehzadeliği sırasında II. Abdülhamit ile görüşmüş ve anayasanın ilan edilmesi sözünü almıştı.
II. Abdülhamit padişah olunca “Şura-yı Devlet”te bir komisyon oluşturdu. Mithat Paşa başkanlığında toplanan 28 kişilik bu komisyon, ilk Türk anayasası olan “kanunuesasi”yi hazırladı. Bu sırada Balkanlarda çıkan azınlık ayaklanmalarının devleti zor durumda bırakması ve İstanbul’da bu meselenin çözümü için büyük devletlerin katıldığı bir konferansın toplanması, kanunuesasinin ilan edilmesinde etkili oldu. Dış devletlerin baskılarını bertaraf etmek ve “Balkan buhranı”nı sona erdirmek isteyen II. Abdülhamit, 23 Aralık 1876’da kanunuesasiyi kabul etti. Böylece Osmanlı Devleti meşruti monarşi ile yönetilen bir devlet oldu. 
GENÇ OSMANLILAR
Yönetime karşı ilk teşkilatlı muhalefet hareketi Genç Osmanlılar Cemiyeti ile başladı. Bu Cemiyetin sabit bir merkezi, şubeleri ve siyasi liderleri yoktu. Farklı zamanlarda Mustafa Fazlı Paşa, Ziya Paşa, Mithat Paşa gibi kişiler lider olarak vasıflandırılmıştır.
Cemiyetin programları; Osmanlı tebaasına eşit haklar sağlanması, bu hakların kanun güvencesi altına alınması; meşrutiyet idaresinin kurulması ve vatanseverlik hissi ile fertlerin birbirlerine bağlanmasından ibaretti. İzledikleri yol ikna ve telkindi. Fikirlerinin oluşmasında Türk, İslam ve Batı kültürünün etkisi vardı.
Amaçlarını tam anlamıyla gerçekleştiremeyen Genç Osmanlılar, bununla beraber meşrutiyetin ilan edilmesi, anayasanın hazırlanmasında başarılı olmuşlar ve genel anlamda ilk demokratik fikirlerin oluşmasını sağlamışlardı. Dr. Nevin YAZICI, Osmanlılık Fikri ve Genç Osmanlılar Cemiyeti, s. 129-130. 

XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dünyada anayasal yönetim hareketleri güçlenmeye başlamıştı. Osmanlı Devleti de bu gelişmelerden etkilendi. Ülke içinde 1860’lardan itibaren “Genç Osmanlılar Cemiyeti ne üye aydınlar bu doğrultuda çalışmalarını hızlandırdı. Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile yönetim alanında başlayan yenilikler Genç Osmanlıların çalışmalarıyla anayasal düzene doğru ilerleme kaydetti. Mithat Paşa, daha şehzadeliği sırasında II. Abdülhamit ile görüşmüş ve anayasanın ilan edilmesi sözünü almıştı.
II. Abdülhamit padişah olunca “Şura-yı Devlet”te bir komisyon oluşturdu. Mithat Paşa başkanlığında toplanan 28 kişilik bu komisyon, ilk Türk anayasası olan “kanunuesasi”yi hazırladı. Bu sırada Balkanlarda çıkan azınlık ayaklanmalarının devleti zor durumda bırakması ve Istanbul’da bu meselenin çözümü için büyük devletlerin katıldığı bir konferansın toplanması, kanunuesasinin ilan edilmesinde etkili oldu. Dış devletlerin baskılarını bertaraf etmek ve “Balkan buhranı”nı sona erdirmek isteyen II. Abdülhamit, 23 Aralık 1876’da kanunuesasiyi kabul etti. Böylece Osmanlı Devleti meşruti monarşi ile yönetilen bir devlet oldu.
 
KANUNUESASİNİN BAZI MADDELERİ
Madde 3- Osmanlı hükümdarlığı, halifeliği de kapsayacak şekilde Osmanlı hanedanının en yaşlı üyesine geçmektedir.
Madde 5- Padişahın kişiliği kutsaldır ve padişah yaptıklarından kimseye karşı sorumlu değildir.
Madde 7- Icra (hükûmet) meclislere karşı değil, saltanata karşı sorumludur. Padişahın meclisleri toplama ve dağıtma hakkı vardır.
Madde 12- Neşriyat, kanun dairesinde serbesttir.
Madde 113- Ülkenin herhangi bir yerinde karışıklık olduğunda idarenin sıkı yönetim ilan etme yetkisi bulunmaktadır. Padişah, soruşturma sonucunda bir kimsenin siyasi suçlu olduğuna karar verebilir ve onu doğrudan sürgüne gönderebilir. 
1876 Anayasası padişaha çok geniş yetkiler vererek eski mutlakıyetçi geleneği yeni rejimde de devam ettirdi. Temel özgürlükler, kişisel güvenceler ve “Kanunsuz suç ve ceza olmaz.” gibi prensipler kanunuesaside tam anlamıyla uygulanamadı. Önce gazete ve dergilere belli ölçüde bir yorum hürriyeti verildiyse de kısa bir süre sonra sıkı bir sansür uygulandı.

2. İlk Osmanlı Parlamentosu
Osmanlı parlamentosu (Meclis-i Umumi), “Mebusan Meclisi” ve “Ayan Meclisi ” olmak üzere iki meclisten oluşmaktaydı.
Ülkemizde yapılacak ilk seçimler için taşra ile İstanbul ve çevresi için ayrı bir seçim talimatı yayınlandı. Mebus seçilmek için emlak sahibi olmak şartı getirildi. Merkez İstanbul için beşi Müslüman, beşi gayrimüslim olmak üzere on mebus seçilecekti. Seçilecek mebus sayısı halkın sayısıyla orantılı değildi. İstanbul’da Müslüman sayısı, diğer milletlerden birkaç kat fazla olmasına rağmen yirmi seçim bölgesine ayrılıp her bölgeden bir müslim, bir de gayrimüslim mebus seçildi. Taşrada ise mebuslar vilayet meclisi üyeleri tarafından kendi içinden seçildi. Ancak her vilayet belirlenen sayıdaki mebus seçerek İstanbul’a gönderemedi.
Ocak 1877’de çoğunluk esasına göre yapılan seçimlerden sonra Mebusan Meclisi ilk toplantısını 20 Mart’ta yaptı. 
İLK OSMANLI PARLAMENTOSUNDA MİLLETLERİN TEMSİLİ
XIX. yüzyıl, Avrupa’da parlamentolar çağıdır. Yüzyılın ilk yarısında, Avrupa ülkelerinde imtiyazlı sınıfların dışında geniş yığınlar parlamentoyu oluşturmak hakkından yoksundu. 19 Mart 1877’de Osmanlı başkentinde ülkenin dört yanından gelen rengârenk bir heyet toplandı. Arabistan vilayetlerinden gelen çeşitli din ve mezhepteki temsilcilerin yanında, Anadolu ve Rumeli’den gelen Türk, Rum, Bulgar ve Arnavut temsilciler, ilk Osmanlı parlamentosunu oluşturuyordu. Meşrutiyet rejimi, içeride olduğu kadar, dışarıda da şaşkınlık ve sorulara sebep oldu.
Devletin hâkim unsuru olan Müslümanların yanında, gayrimüslim unsurların, hele, etnik oranlama yapılırsa Türk olmayan unsurların hayli yüksek bir oranda temsil edildiği görülmekteydi. O dönemde Avusturya-Macaristan monarşisinde Çek, Hırvat, Sloven, Slovak, Polonez, Ruten gibi unsurların temsilî, oran bakımından son derece düşüktü. Macar milletvekilleri ise çifte monarşinin kurulmasına kadar aynı haksızlığa maruzdular. Rusya’da ise 1905’ten sonra kurulan Duma’da Rus olmayan milletlerin düşük oranda temsili, özel bir statü ile sağlanmıştı.
Prof. Dr. Ilber ORTAYLI, Osmanlı’da Değişim ve Anayasal Rejim Sorunu, s. 251-260 (Düzenlenmiştir.). 
meclisi-umumi
Kanunuesasiye göre padişah; Heyeti Vükela başkan ve üyelerini atamak ve azletmek yetkisine sahipti. Heyeti Vükela görüşülecek bazı konularda padişahın iznini alır ve alınan kararları mutlaka onun onayına sunardı. Mebusan Meclisi ve Ayan Meclisi padişahın izniyle yeni yasa ya da yasa değişikliği teklifinde bulunabilirdi. Şura-yı Devlet tarafından hazırlanan yasa tasarıları Mebusan Meclisinde görüşüldükten sonra Ayan Meclisinde anayasaya göre denetlenir ve padişahın onayı alındıktan sonra yürürlüğe girerdi. Ayrıca padişahın meclisi toplamak ve dağıtmak yetkisi de vardı. 
ŞURA-YI DEVLET
Genç Osmanlılar Fransa’daki Conseil d’Etat (Konsil Datoı)’yaya benzer bir müessese oluşturmak istemiştir. Sultan Abdülaziz’in Fransa gezisi sırasında böyle yapılanmaya sıcak bakması üzerine Müslüman ve gayrimüslimlerin birlikte temsil edildiği bir kurum oluşturulması kararlaştırılmıştır. II. Mahmut Döneminde kurulan (1837) Meclisi Vâlâ-yı Ahkâm-ı AdliyeŞura-yı Devlet (Danıştay) ve Meclis-i Ahkâm-ı Adliye (Yargıtay) olarak ikiye ayrılmıştır. Şura-yı Devlet hem kanun tasarılarını hazırlama hem de idari uyuşmazlıklara çözüm getirme görevlerini üstlenmiştir. İlk kurulduğunda 28’i Müslüman, 13’ü gayrimüslim olmak üzere 41 üyesi bulunan Şura-yı Devlet, bu özelliğiyle adeta bir millet meclisi görünümü oluşturmuştur. Yrd. Doç. Dr. Ayhan CEYLAN, “Parlamentoya Uzanan Süreçte Türk Kamu Hukukunda Danışma”, Türkler Ansiklopedisi, C 13, s. 591-592 (Özetlenmiştir.).
İki meclisli parlamentoyu, bağımsız bir yargıyı, bürokrasiyi idare eden bakanlar kurulu sistemini, inanç özgürlüğünü, vergilerin kişilerin gelirlerine göre düzenlenmesini öngören kanunuesasi için “bir geçiş devri anayasası” demek mümkündür. II. Abdülhamit, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nde alınan yenilgiyi gerekçe göstererek kanunuesasinin kendisine verdiği yetkiyle meclisi tatil etti (14 Şubat 1878). Meclisin kapatılmasından 1908’e kadar olan dönemde kanunuesasi yalnız devlet salnamelerinde yazılı kaldı. Bundan sonra padişah, devlet içerisinde merkezî otoritesini artırdı.

SAIT HALIM PAŞA’YA GÖRE KANUNUESASI
1876 Anayasası toplumsal ve siyasal yapımızla açık bir çelişki içindedir. Batılıların düşünce ve inançlarına göre siyasal birlik; soy, din ve mezhep ortaklığının birbirine bağladığı insanların birleşmelerinden oluşur. Oysa Osmanlı siyasal birliği soy ve dil ortaklığından,
hatta çoğu zaman gelenek ve görenek ortaklığından bile uzaktır. Ne yazık ki bizim düşünürlerin pek çoğu, bir ulusun hakkettiği mutluluk derecesinin, onun Batılı ulusların toplumsal ve siyasal örgütlenmesini taklit yeteneğinin düzeyi ile orantılı olduğu inancındadırlar.
Bu nedenle siyasal birliğimizin temellerine bütünüyle aykırı Batılı meşrutiyet yönetimini bizde uygulamaya kalkışmanın büyük bir yanlış olduğu görüşündeyiz. Batılı ulusların siyasal örgütlenmesini taklit etmek, bizdeki siyasal bağlantıların özel niteliğini gözardı etmek ve sonuç olarak da Osmanlı siyasal birliğini parçalamak demektir. Bir anayasanın gerçekleştireceği ilk şart, o anayasayı kabul eden ulusun siyasal birliğini güçlendirip mükemmelleştirmesi olduğuna göre anayasamızın seçiminde çok aldandığımızı itiraf etmek zorundayız. Prens Sait Halim Paşa, Buhranlarımız, s. 27-28 (Düzenlenmiştir.).

AYDINLARIN NAZARINDA MEŞRUTIYET
Inkılap gazetesinin farklı tarihlerde yazılan makalelerinden alınmıştır. [1. makale, 18 Temmuz 1325 (1909); 2. makale, 5 Eylül 1325 (1909) tarihlidir.]
  1. Millet kelimesinin asrımızdaki siyasi manası, bir hükûmet teşkil eden ve bir bayrak altında yaşayan insanların birleşmesi şeklinde ifade edilir. Bugün her kim kendini Osmanlı kabul eder ve vazifelerini tamamıyla yerine getirirse bu devletin sahibidir, hissedarıdır. … Memleketin istikbali bugün Osmanlıyı oluşturan bütün ahalinin elele vererek aynı gaye ile çalışmalarını gerektiriyor… Açıkça itiraf edebiliriz ki biz çoktan beri aramızdaki kardeşlik ve dostluk bağını zayıflattık. Kutlu bir hükûmete sahip olursak öncelikle cehaletten kurtulur ve yabancı emelleri destekleyenlerin kötü propagandalarına fırsat vermez ve bir birlik oluştururuz. Allah için olsun, artık birbirimize yabancı nazarıyla bakmayalım. Hükûmeti takviye ederek istiklalimizi onun eline bırakalım.”
(2) “Meşrutiyet tüm Osmanlılara eşitlik şartını getirdi. Şimdi bütün herkesi hürriyet, eşitlik, kardeşlik dairesinde birleştirmek gerekiyor. Osmanlıyı oluşturan ahalinin meşrutiyeti anlamak suretiyle ona bağlılığı ne derece sağlanırsa, tüm ahalinin barış içinde yaşaması o nispette kuvvetlenecektir. Meşrutiyet aslında siyasi ve sosyal barış demektir.” Dr. Nevin YAZICI, Osmanlılar Cemiyeti, s.162-163 (Düzenlenmiş vesadeleştirilmiştir.).

3. II. Meşrutiyet’in İlanı
Memleketin kurtuluşunun II. Abdülhamit yönetiminin sona ermesiyle mümkün olacağını düşünen birçok aydın, gizliden gizliye Genç Osmanlılar (Jön Türkler) hareketi altında bir mücadele başlattılar. Jön Türkler gerek memleket içinde gerekse dışarıda birçok gizli dernekler kurup yayın yoluyla mücadelelerine devam ettiler. Bu teşkilatların en güçlüsü ve başarıya ulaşanı “İttihat ve Terakki Cemiyeti” oldu.
1906-1908 yıllarında ülkede ekonomik sıkıntıların yaşanması ve maaşların zamanında ödenmemesi hoşnutsuzlukları artırırken meşrutiyetin yeniden ilan edilmesi için uygun ortamı hazırladı. 

ITTIHAT VE TERAKKI CEMIYETI
1889’da gizli olarak Istanbul’da “Ittihadı Osmani Cemiyeti” adı ile kuruldu. Kısa bir süre sonra yurt içinde ve dışında destek bulan cemiyet, özellikle Rumeli’deki
teşkilatlanmaya hız verdi. Italyan Birliği’nin kazanılmasında büyük rol oynayan “Carbonari Cemiyeti”nin gizlilik ve disiplinini örnek alarak kurulan cemiyet, üyelerini çok sıkı ve gizli deneyimlerden geçirdikten sonra seçerdi. Cemiyetin yayın organları, “Meşveret” ve “Mizan” gazeteleri yurt dışında çıkarılır ve yabancı postaneler kanalıyla yurda sokulurdu.
Merkezi Paris olan Cemiyet, Osmanlı Devleti’nde farklı görüşlerin yaygın olduğu Makedonya’yı kendilerine propaganda ve yayın sahası olarak seçti. Prof. Dr. Necdet HAYTA, Uğur ÜNAL, Osmanlı Devleti’nde Yenileşme Hareketleri, s. 194.

Osmanlıda içte bu gelişmeler yaşanırken Reval görüşmeleriyle (Haziran 1908) İngiltere ve Rusya’nın devleti paylaşmaya karar verdiklerini düşünen İttihatçılar, bunu önlemek için meşruti idarenin yeniden kurulması yönünde harekete geçtiler. 3 Temmuz 1908’de Rumeli’de bulunan III. Ordu subaylarından Kolağası Niyazi Bey ve arkadaşları, anayasanın tekrar yürürlüğe konması için ayaklandılar. II. Abdülhamit, ayaklanmaları bastırmak için Makedonya’ya kuvvet gönderdiyse de bu kuvvetler istenilen sonuca ulaşamadı. İttihatçıların burada faaliyetlerini hızlandırmasıyla anayasa tekrar yürürlüğe konuldu ve Meşrutiyet (23 Temmuz 1908) yeniden ilan edildi.
Kasımda yapılan seçimlerin sonucunda İttihat ve Terakki Cemiyetinin adayları seçimi kazandı. Mebusan Meclisi ve Ayan Meclisinden kurulu Osmanlı parlamentosu 17 Aralık 1908’de açıldı. Meşrutiyetin ilanı ile parlamenter ve anayasal düzene geçilip çok partili dönem başlamış, hürriyet ve özgürlükler getirilmiş ve kadın hakları gündeme geldi. Fakat kısa sürede memleket içindeki görüş ayrılıkları, muhalefetiktidar çatışmaları had safhaya çıktı. Devlet bünyesindeki çeşitli din ve ırktaki değişik unsurları “Osmanlıcılık” zihniyetiyle birleştirmek ve merkezî otoriteye bağlamayı amaçlayan İttihat ve Terakki politikaları gereği yapılan uygulamalar, huzursuzluklara yol açtı. 

Meşrutiyet’in ilk seçimlerinde İttihat ve Terakki büyük bir çoğunluk sağlamasına rağmen kabine kurma görevini üzerine almadı ve sadece kurulan hükûmete bir iki üyesini yerleştirdi. Bununla birlikte Cemiyet kurulan hükûmetin her işine karışarak onları perde arkasından yönetmeye çalışması kısa zamanda iktidar için saray, hükûmet ve cemiyet olmak üzere üçlü bir mücadeleye yol açtı.
 


İttihat ve Terakkinin hükûmetin işlerine karışması, birçok aydını da rahatsız etti ve Cemiyete karşı muhalefete geçmelerine neden oldu. Bu durumun ve demokratik düzenin bir sonucu olarak İttihat ve Terakkinin karşısında birtakım partiler ortaya çıktı.


İttihat ve Terakki Cemiyeti
1889’da gizli olarak İstanbul’da “İttihadı Osmani Cemiyeti” adı ile kuruldu. Kısa bir süre sonra yurt içinde ve dışında destek bulan cemiyet, özellikle Rumeli’deki teşkilatlanmaya hız verdi. İtalyan Birliği’nin kazanılmasında büyük rol oynayan “Carbonari Cemiyeti”nin gizlilik ve disiplinini örnek alarak kurulan cemiyet, üyelerini çok sıkı ve gizli deneyimlerden geçirdikten sonra seçerdi. Cemiyetin yayın organları, “Meşveret” ve “Mizan” gazeteleri yurt dışında çıkarılır ve yabancı postaneler kanalıyla yurda sokulurdu.
Merkezi Paris olan Cemiyet, Osmanlı Devleti’nde farklı görüşlerin yaygın olduğu Makedonya’yı kendilerine propaganda ve yayın sahası olarak seçti. Prof. Dr. Necdet HAYTA, Uğur ÜNAL, Osmanlı Devleti’nde Yenileşme Hareketleri, s. 194.
Gazetelerin yönetimi eleştiren yazıları ülkede etkili oldu. Bu durum İstanbul’daki avcı taburlarının “Şeriat isteriz.” diye ayaklanmalarına yol açtı. Bu isyan nedeniyle 27 Nisan 1909’da Hareket Ordusu, Selanik’ten İstanbul’a gelerek ayaklanmayı bastırdı. İttihat ve Terakki, bu olaydan sonra II. Abdülhamit’i tahttan indirip yerine kardeşi V. Mehmet Reşat’ı tahta geçirdi. Kanunuesaside yapılan değişiklikler sonucunda Osmanlı Devleti gerçek anlamda meşruti (anayasalı bir monarşi) düzene geçti. Padişah, yasama ve yürütme üzerindeki yetkilerini yitirdi. Yürütme organı olarak hükûmet, devlet idaresindeki yerini aldı. Kabinenin sadece parlamento önünde sorumlu kabul edilmesi esası benimsenerek demokratik bir denetim sistemi kuruldu. Meclisin feshedilebilmesi şartları zorlaştırılarak parlamentonun konumu güçlendirildi. Parlamento, yalnızca hükûmetin (bakanlar kurulu) güvenoyu almaması hâlinde feshedilebilecek ve bu durumda da üç ay içerisinde seçimler yapılarak yeni parlamento oluşturulacaktı. Yasaların ve anlaşma akdinin yapılması yetkisi de parlamentoya geçti.
Kişi hak ve özgürlükleri alanında da demokratik gelişmeler meydana geldi. Sansür ve sürgün kaldırıldı. Toplantı ve dernek kurma hak ve hürriyetleri kabul edildi. Haberleşme belgelerinin gizliliği benimsenerek kişi hürriyeti güçlendirilip açıklığa kavuşturuldu. Kanunun belirlediği nedenlerin dışında bir sebep ile cezalandırma usulleri kaldırıldı.
1909’da yapılan bu düzenlemeler dışında zaman zaman kanunuesasi toplam yedi kez değiştirildi. Tüm bu anayasal gelişmeler yanında İttihat ve Terakki uygulamaları, belirtilen demokratik ilkelerin hayata geçirilmesine izin vermemiş; parti, 1913’ten sonra iktidarın tek ve rakipsiz sahibi durumuna gelmiştir.
II. Meşrutiyet Döneminde 1908, 1912, 1914 ve 1919 yıllarında olmak üzere dört genel seçim yapılmış ve 24 hükûmet kurulmuştur. Bu dönemde Osmanlı Devleti’nde 1913 yılına kadar çok partili, daha sonra ise tek partili bir rejim görülmüştür.  

II. MEŞRUTIYET DÖNEMIPARTILERI
1908 seçimlerinde çoğunluğu sağlayan İttihat ve Terakkinin hükûmet işlerine karışması birçok aydını rahatsız etmiş ve muhalefetin doğmasına neden olmuştur. İttihat ve Terakkinin karşısına birtakım partiler çıkmıştır. Bu partiler şunlardır:
– Hürriyet ve İtilaf Fırkası
– Osmanlı Ahrar Fırkası
– Fedekârân-ı Millet Cemiyeti
– İttihad-ı Muhammediye Fırkası
– Osmanlı Demokrat Fırkası
– Mu’tedil Hürriyetperveran Fırkası
– Islahat-ı Esasiye-i Osmaniye Fırkası
Prof. Dr. Necdet HAYTA, Uğur ÜNAL, Osmanlı Devleti’nde Yenileşme Hareketleri, s. 198.

I ve II. Meşrutiyet Döneminin Karşılaştırılması

1.-ve-2.-meşrutiyet-karşılaştırması

E. CUMHURİYET DÖNEMİ DEVLET TEŞKİLATINDA GELİŞMELER
AMASYA GENELGESİ KARARLARINDAN
– Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
– Milletin durumunu ve davranışını göz önünde tutmak ve haklarını dile getirip bütün dünyaya duyurmak için her türlü etkiden ve denetimden kurtulmuş millî bir kurulun varlığı gereklidir.
– Bunun için bütün illerin her sancağından, halkın güvenini kazanmış üç delegenin mümkün olan süratle hemen yola çıkarılması gerekmektedir. 
ERZURUM KONGRESİ KARARLARINDAN
– Kuvayımilliyeyi ve iradeyi milliyeyi hâkim kılmak esastır.
– Mebuslar Meclisinin derhâl toplanmasına ve hükûmet işlerinin milletin kontrolüne (murakabesine) konulmasının teminine çalışılacaktır. 
I. Dünya Savaşı sonrasında imzalanan 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkes Anlaşması ile Osmanlı Devleti yenilgiyi kabul etti. Bir ay sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti kendisini feshederken 21 Aralık 1918’de Padişah Vahdettin tarafından yeni seçimler yapılmak üzere parlamento feshedildi. Bu gelişmelere paralel olarak Anadolu’daki işgalleri önlemek için millî nitelikli bölgesel cemiyetler kurulmaya başlandı. Sonuca ulaşabilmek için halkın desteğine ihtiyaç duyan bu cemiyetler, faaliyetleri sırasında millet iradesini ön planda tutup karar alma ve alınan kararları uygulama aşamasında demokratik ilkeleri benimsedi.
Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkışını değerlendirirken “Yalnız Türk milletinin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevi kuvvet vardı. İşte ben bu millî kuvvete, Türk milletine güvenerek işe başladım.” diyerek millete ve onun egemenliğine dayanacağının mesajını vermekteydi.

Amasya Genelgesi, Erzurum ve Sivas kongrelerinde alınan kararlarla, halk ortak bir mücadele etrafında birleştirilmeye çalışılırken aynı zamanda millî egemenliğe ulaşma da hedefleniyordu. Kurtuluş mücadelesine ait bu belgeler bağımsızlık arayışında ve millî egemenlik yolunda atılmış önemli adımlardı. Millî mücadelede önemli yere sahip olan kongreler, halkın sivil kişilerce temsilini ilke edinerek bu mücadelenin millet iradesine dayandırılması noktasında etkili oldu. Demokratik temsil, seçim, demokratik meşruiyet, kurallara ve hukuki usullere saygı bu kongrelerde dikkate alınan temel esaslardı. Katılımın oldukça yüksek olduğu bu kongrelerde demokrasi başarıyla uygulandı. Bu durum Kurtuluş Savaşı’nın millî bir karakter almasında ve savaşın TBMM tarafından yürütülmesinde etkili oldu.
12 Ocak 1920’de açılan son Osmanlı Mebusan Meclisi, 16 Mart’ta Itilaf Devletlerinin Istanbul’u resmen işgal etmesiyle çalışamaz hâle geldi. Bunun üzerine millî bir meclisin oluşturulması için hemen harekete geçildi. Seçimler yapılarak I. Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de Ankara’da açıldı. Mustafa Kemal Paşa’nın şu sözleri: “Efendiler, millet bizi buraya gönderdi. Fakat ömrümüzün sonuna kadar biz burada ve bu milletin idaresini ve hâkimiyetini miras kalmış mal gibi temsil etmek için toplanmış değiliz. Ve sizi toplamak ve dağıtmak kudretine hiç kimse sahip değildir. Millet bilmelidir ki bir günde vekillerini toplar ve gönderir. Burayı, hiç kimsenin kayıt ve şarta bağlamaya hak ve salahiyeti yoktur ve olmamalıdır.” hedeflenen rejimi açıkça ortaya koymaktaydı.
Anadolu’daki bağımsızlık mücadelesinin kazanılması üzerine askerî alanda kazanılan başarılar siyasi alanda da pekiştirilmek istendi. TBMM’ye bir anayasa taslağı ile meclisin mahiyeti ve görevlerini açıklayan bir program sunuldu. Bu, cumhuriyet rejiminin temelini oluşturmak için atılan ilk adımdı. 20 Ocak 1921’de Teşkilatı Esasiye Kanunu olarak adlandırılan 1921 Anayasası ülkenin içinde bulunduğu olağanüstü şartların gerektirdiği acil ihtiyaçları karşılamak üzere hazırlanmış yirmi dört maddelik kısa bir metinden ibaretti.
Amasya Tamimi ile Erzurum ve Sivas kongrelerinde olgunlaşıp kuvvetlenen “millî irade” ve “millî egemenlik” ilkelerini esas alan bu anayasa, olağan durumlarda bir devletin yönetimi için yeterli değildi. Buna rağmen 1921 Anayasası “millet egemenliği”ni yansıtan ilk siyasi belge olması bakımından önemliydi. 1876 kanunuesasi ve 1909’da kanunuesaside yapılan düzenlemeler ile padişahın yetkilerinin bir kısmı halkın temsilcisi olan parlamentoya devredilmişti. Ancak padişahın devleti yöneten en üstün güç olma statüsü korunmuştu. 1921 Anayasası, hâkimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu ve milletin tek temsilcisinin TBMM olduğunu hükme bağlayarak padişahın bu statüsünü bozmuştur. 1921 Anayasası ile “meclis hükûmeti” sistemi ve güçler birliği ilkesi benimsenmiş ve yetersiz olduğu konularda kanunuesasinin ilgili hükümlerinin yürürlükte olduğu kabul edilmiştir. Savaş şartlarında Ankara’da geçici olarak kurulan hükûmetin çalışma usullerini düzenleyen kurucu meclisin yapmış olduğu 1921 Anayasası olağan şartlarda bir devletin yönetilmesine yeterli değildi. Anayasada temel hak ve özgürlüklere hiç yer verilmemişti. Millî mücadele kazanılıp barış dönemine girildiğinde “meclis hükûmeti sistemi” uygulamasında sıkıntılar yaşandı. Anayasada bir değişiklik yapılmadığı için devletin şeklinin de ne olduğu belli değildi. Bir hükûmet buhranının yaşanması 1921 Anayasası’nda değişiklik yapılarak cumhuriyetin ilanını hızlandırdı. 29 Ekim 1923’te cumhuriyet ilan edildi ve çıkarılan bir kanunla “Türkiye Devleti’nin şekli cumhuriyettir.” ibaresi 1921 Anayasası’na eklendi. 20 Nisan 1924’te Cumhuriyet Döneminin ilk anayasası “Teşkilatı Esasiye Kanunu” kabul edildi.
Ilk dönemlerde cumhuriyet rejimi; laik hukuk sistemi, kuvvetler birliği ve görev ayrılığına dayanan devletçi sistemi özellikleriyle Osmanlı Devleti yönetim şeklinden ayrılmış oldu.
1921 Anayasası’nda benimsenen “güçler birliği”, 1924 Anayasası ile az da olsa “güçler ayrılığı” ilkesine doğru değişiklik göstermeye başladı. 1921 1909’da düzenlenen Anayasası’nda bakanlar kurulu, TBMM tarafından tek tek seçiliyordu. Yani meclisin yürütmeyle (hükûmetle) ilişkileri arasında sıkı bir bağ vardı. 1924 Anayasası’nda 1921 Anayasası’ndaki gibi TBMM’nin yürütme yetkisine sahip olduğu kabul edilmekle birlikte TBMM ile hükûmet ilişkileri daha serbest hâle getirildi. Ayrıca TBMM ile hükûmet arasındaki iş bölümü daha açık belirtildi. Buna göre yürütme yetkisi hükûmete verilirken hükûmeti oluşturmada cumhurbaşkanına daha geniş yetkiler tanındı.
Yönetim işlemlerinin devlet şurasınca (Danıştay) denetlenmesi kararlaştırıldı. Yargı yetkisi Türk milleti adına bağımsız mahkemelere verildi. 
11 Nisan 1928’de çıkarılan bir kanunla “Devletin dini İslamdır.” ile “Şeri hükümler uygulanır.” hükümleri anayasadan çıkarılarak laik devlet düzenine geçildi. 1937’de yapılan bir eklemeyle Atatürk İlkeleri anayasaya girerek Türkiye Devleti’nin “cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçı” olduğu belirtildi. Cumhuriyetin ilanından sonra demokratik rejimin tam anlamıyla yerleşmesi yolunda çalışmalar yapıldı. 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası kurularak çok partili hayata geçiş yapılmak istenmişse de bu geçiş ancak 1945’ten sonra tam anlamıyla sağlandı.
Yeni kurulan Türk Devleti kadınlara siyasi haklar getirdi. 1930’da Belediye Kanunu ile belediye seçimlerinde, 1934’te ise anayasada yapılan değişiklik ile genel seçimlerde Türk kadınına milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanınmış oldu.1935 seçimlerinde kadınlar ilk kez oy kullandı ve 18 kadın milletvekili parlamentoya girdi.

Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski

sponsor reklamı

SPONSOR REKLAMI

derskonumesnk