sponsorlu reklam Admatic -sponsor

CUMHURİYETLE BİRLİKTE TOPLUM HAYATINDA MEYDANA GELEN DEĞİŞİKLİKLER

CUMHURİYETLE BİRLİKTE TOPLUM HAYATINDA MEYDANA GELEN DEĞİŞİKLİKLER, CUMHURİYETİN TOPLUMA GETİRDİĞİ DEĞİŞİKLİKLER, SORU-CEVAP,
  • Cumhuriyetle birlikte toplum hayatında meydana gelen değişiklikler konusunda kısa bir araştırma yapınız.

KISACAAAA
Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet rejiminin Türk halkına kazandırdıkları

En kısa tarifle Cumhuriyet, halkın kendi kendisini yönetmesidir. Cumhuriyet, akla ve bilime dayanan, tüm vatandaşların ihtiyaçlarını eşit bir şekilde gidermede kullanılan en iyi yönetim şeklidir. Bununla birlikte Cumhuriyet, demokrasinin işleyişini ve gelişimini kolaylaştıran bir rejim sistemi olmasıyla da, bir çok ülke tarafından en iyi yönetim şekli olarak kabul görmüştür.

Cumhuriyet rejiminde, devlet ile vatandaşlar arasındaki ilişkiler yasalarla düzenlenir. Tüm ülke vatandaşları hiçbir ayrıma tabi tutulmaksızın tüm haklardan eşit olarak faydalandırılır. Kişi hak ve özgürlüklerinin güvence altına alındığı bir sistem olan cumhuriyet yönetiminde, vatandaşlar yasalar çerçevesinde özgürce hareket etme ve düşüncelerini açıkça ifade etme hakkına da sahip olur.

Cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra Türk milleti, cumhuriyetin sağlamış olduğu olanaklardan faydalanarak kısa zamanda her alanda gelişme göstermiş, çağdaşlaşma yolunda da büyük bir ilerleme kaydetmiştir. Bir toplumun çağdaşlaşması ve ilerlemesi için cumhuriyet ile yönetilmesi baş koşuldur.

Bugün, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk vatandaşlarının çağdaş bir toplum haline gelerek dünya devletleri ile yarışır bir hale gelmesi, Atatürk’ün 29 Ekim 1923’te ilan ettiği Cumhuriyet ile mümkün olmuştur. Cumhuriyet sayesinde halk, ilk defa yönetimde söz sahibi olmuş, seçmiş olduğu milletvekilleri aracılığı ile sorunlarına kanunların izin verdiği ölçülerde, meclis çatısı altında çözüm arama hakkını elde etmiştir.

Cumhuriyet yönetimi, Türkiye’de yenileşmenin, çağdaşlaşmanın ve ileriye gitmenin yolunu açmıştır. Bütün bunlardan dolayı Türk milleti, cumhuriyet rejimini benimsemiş ve dünyada cumhuriyetin en iyi şekilde uygulandığı bir ülke haline gelmiştir.


CUMHURİYET’TEN GÜNÜMÜZE TOPLUMSAL DEĞİŞİM


1. GİRİŞ

Toplumsal değişimler, reformlar güçlerini onları uygulayan kişilerin yeteneklerinden ya da toplumun kabul etme eğiliminden alırlar. Bir toplumun modernleşmesi, öncelikle o toplumun bunu bir zorunluluk olarak hissetmesiyle yakından ilgilidir. Toplum, karşı karşıya kaldığı meseleleri geleneksel kurum, değer ve davranış kalıplarıyla çözümlemeyi başaramıyorsa ya değişecek yahut yok olup gidecektir. Modern dünyanın gerçekleri karşısında ayakta kalmasının mümkün olmadığı açıkça görülen bir imparatorluktan çağın dinamiklerine uygun bir milli devlete geçişi başarmak elbette kolay olmamıştır. Bu yeniden inşa sürecinin mimarı Mustafa Kemal ATATÜRK’tür.

Balkan, Birinci Dünya ve İstiklal Savaşlarından çıkan Türk toplumu, ekonomisi tümüyle ilkel tarıma dayalı bir halk yığını durumunda idi. Halk, sürekli savaşlardan dolayı yorgun düşmüştü. Toplum içinde sosyal hareketliliği sağlayacak hemen hiçbir şey yok gibiydi. Ulaşım şebekesi yetersizdi; şehirlerin nüfusu çok azdı; halkın büyük çoğunluğu kırsal bölgelerde yaşamakta, aynı yerde doğup aynı yerde ölmekteydi. Milli ekonomi baştan başa tarıma dayalı olduğu halde bu faaliyet yetersiz ve geleneksel araçlarla yapılıyordu. Bu şartlar içinde bulunan bir nüfusun yapısal karakterinin gelenekçi ve cemaatçi olması tabiidir. Nitekim halk bütünüyle gelenekçi toplum biçiminin özelliklerini taşıyordu. İnsanların ferdi ve toplumsal hayatlarında, ilişkilerinde İslami değerler egemendi. Dine uygunluk, toplumsal ilişkilerde temel unsuru teşkil etmekte ve herşey buna göre değerlendirilmekteydi.

2. CUMHURİYET DÖNEMİNDE TOPLUMSAL DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜM

Asırlarca dini temellere dayanan bir devlet düzeni içinde yaşamış Türk toplumu, Cumhuriyet dönemine geçildikten sonra, siyaset, devlet, ekonomi, kültür planlarında ve insanların kamusal ilişkilerinde olduğu kadar karşılıklı ilişkilerinde bir kısım radikal değişme önerileriyle ve toplumsal değişmeyi sağlamak üzere hazırlanan kanunlara dayalı metotlarla muhatap olmuştur. Bu toplumsal ve kültürel değişme öneri ve uygulamalarına Atatürk İnkılapları diyoruz.
Atatürk İnkılapları, Türk toplum sisteminde köklü bir takım sosyal değişmeleri gerçekleştirmek suretiyle Türk toplumunu çağdaş uygar ülkeler düzeyine getirmek hedefine ulaşmanın asıl vasıtalarıdır. Çünkü mutlu, müreffeh, batı ölçülerinde uygarlık düzeyine ulaşmış, laik-demokratik Cumhuriyet düzeninde yaşamını barış içinde sürdürebilen Türk milletinin ülküsüne, sosyal sistemde derin, radikal toplumsal değişmeleri gerçekleştirmeden ulaşılabilmesi mümkün değildir.
Toplumsal değişmeyi belirleyen önemli işaretlerden birisi, toplumun başta gelen yapı unsurlarını oluşturan sosyal değerlerde değişmelerin gerçekleşmesidir. Sosyal değer değişmeleri uzun bir zaman süresi içerisinde gerçekleşebilmektedir. Bir toplumda girişilen inkılap hareketlerinin sürekli bir hale geldiğini veya yerleştiğini yani toplumsal değişme teklifi olmaktan çıkarak gerçek bir değişme halini aldığını söyleyebilmek ise, sosyal değerler sisteminde ciddi değişikliklerin gerçekleşmiş olmasına bağlıdır. O halde, toplumsal değişme yönünden önemli bir şart da, insanların düşünce tarzlarında kalıcı değişikliklerin meydana gelmiş bulunmasıdır.
Mustafa Kemal ne Hilafet-Saltanat Meşrutiyeti, ne İslam İttihadı, ne Şeriat Devleti, ne Turancılık ne de Sosyalizm yanlısıydı. Bunların hepsi, daha sonra Nutuk’ta anlattığı gibi, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın gerçeklerine ve amaçlarına aykırı hayalci serüvenciliklerdi. Büyük Önder hepsine karşı başarılı bir savaş yürütmüştür. Kurtuluş Savaşı sona erdikten sonra, Mustafa Kemal tüm Osmanlıcılık, Pantürkizm ve Panislamizm ideolojilerini reddederek, umutlarını Lozan Anlaşması’nda tanımlanan ulusal topraklarla sınırlamış ve hayatının geri kalan kısmını yeniden kuruluş görevine adamıştır. 1923’teki bir konuşmasında Türk milletine şunları söylemiştir:
“Ordumuzun şimdiye kadar istihsal ettiği muzafferiyetler memleketimizi halâsı hakikiye sevk etmiş sayılamaz. Bu zaferler ancak müstakbel zaferimiz için kıymetli bir zemin hazırlamıştır. Muzafferiyatı askeriyemizle mağrur olmayalım. Yeni ilim ve iktisat zaferlerine hazırlanalım.”
Mustafa Kemal anti-emperyalistti. Onun açısından anti-emperyalizm savaşı Türkiye açısından bir modernleşme savaşıdır. Bu savaşın ilk hedefi, köhne Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan kurum ve kuruluşlar olmuştur.

Atatürk’ün devrimci görüşü toptan çağdaş uygarlığa katılma savaşıdır. Toplumsal, ekonomik ve bilimsel alanlarda ilerleyebilmenin yolu bu tutumu almakla açılabilirdi. Batı uygarlığı dışında geri kalan ve geriliklerinde direnen toplumlar üstün ekonomi ve teknoloji güçleri tarafından sömürülmeye mahkumdurlar. Bu toplumlar onların karşısında güç, hak ve eşitlik görmek istiyorlarsa ilk önce çağdaş uygarlığın dışında bırakan bağlantılardan kendilerini koparmak zorundadırlar
Türkiye’de modernleşme hareketi asırlarca gerilere uzanır. Atatürk’e kadar Türkiye’de, özellikle geleneksel toplumun mukavemeti sebebiyle, modernleşmenin sadece teknikte mümkün ve arzu edilir bir şey olduğu görüşü hakimdi. Türk toplumunda yenileşme, modernleşme ihtiyacı saldırgan Avrupa karşısında devletin varlığını koruma amacıyla 18 nci yüzyıldan itibaren önceleri askeri teknoloji alanında olmak üzere yukarıdan aşağıya doğru bir hareket halinde başlatılmıştır. Ancak yapılan yenilikler sistemsiz, süreklilikten mahrum ve sadece sınırlı alanlarda yenileşmeyi hedef aldıklarından belli bir mesafe alınmakla beraber, devleti kurtarmaya yeterli olamamış ve devlet 1918 sonlarında tarihten silinme durumuna gelmiştir.

Atatürk’ün radikal modernleşme fikri, yalnız maddi ve teknik unsurlarda değil, Türk toplumunun hayat görüşünde topyekûn modernleşme kararı idi. Türkiye topyekûn modernleşme, hayat görüşünde modernleşme kavramı ile gerçek toplumsal değişim yoluna girmiştir. Atatürk’ün radikalizmi, yalnız bir derece farkı değil, bir mahiyet farkı doğurmuştur.
Atatürk herşeyden önce milli bağımsızlığı, tam bağımsızlığı, Mehmetçiğin süngüsü ile sağlamış, ancak devletin bir daha aynı duruma düşmemesi için ve ebediyen yaşaması için birtakım köklü tedbirler almıştır. Bu tedbirler Batıyı taklit için değil Türk toplumunu kendi benliği içinde çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkarmak için araç olarak benimsenmişlerdir. Atatürk bu faktörlerin ışığında, modernleşmeyi öncekiler gibi sınırlı alanlarda değil, fakat bir bütün olarak ele almış, laik bir zemin üzerinde geniş bir tabanı hedef alarak sistemli, sürekli ve kararlılıkla yürüterek modern Türkiye’yi yaratmıştır. En büyük Türk milliyetçisi olan ve bunu “Ne Mutlu Türküm Diyene” ve “Bir Türk Dünyaya Bedeldir” vecizeleri ile ifade eden Atatürk, modernleşme hareketinin yozlaşmaması, taklitçiliğe dönüşmemesi ve milli kimlik çerçevesinde gelişmesi için gerekli kurumları oluşturmuş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün faaliyetlerine akıl ve bilimin yön vermesini temel ilke olarak benimsemiştir.
Modernleşmede Atatürk ihtilali topyekûn bir ihtilaldir. Atatürk, Batı’yı hayat felsefesi ve onun tüm sembolleri ve diğer hükümleriyle benimsiyordu. Zihniyet değişikliği, topyekûn değişme kelimeleriyle Atatürk’ün radikal devrimci modernleşme fikri ifadesini bulmaktadır. Amaç, Türk toplum düzenini, yani içtimai, maddi ve manevi medeniyetini Batı medeniyeti tipine çevirmektir. 1925’te diyordu ki:

“Ben sizin öz kardeşiniz, arkadaşınız, babanız gibi medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı; fikriyle, zihniyetiyle medeni olduğunu ispat etmek ve göstermek mecburiyetindedir. Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı aile hayatıyla, yaşayış şekliyle medeni olduğunu göstermek mecburiyetindedir. Sonuç olarak medeniyim diyen Türkiye’nin hakikaten medeni olan halkı baştan aşağıya dış görünüşüyle bile medeni ve olgun insanlar olduklarını fiilen göstermeye mecburdurlar.”
Atatürk için bilim zihniyeti, bütün kültüre şekil veren temel bir prensip ve hayat görüşü her hareketimize hakim olmalıdır. Batı medeniyeti, bu insani ve evrensel prensibin mahsulü olduğu için birdir. Bu yüzden Atatürk, devlet ve toplum hayatında, dünyevi yaşayışımızda, mistik ve ilahi temele dayanan her türlü müessesenin hakimiyetine son vermedikçe modernleşmenin mümkün olmadığına inanıyordu.
Atatürk, daha 1923’te Türkiye’nin modernleşmesi, toplumsal değişimin sağlanması için refah devleti gayesini göstermiştir. O tarihte şu sözleri söylemiştir:
“Çalışmaya mecbur olduğumuz hususlardan en önemlisi ekonomidir. Çünkü millet yoksul kaldıkça hiçbir şey yapamaz. İlk önce zengin olmalıdır. Çünkü herşeyi yapan paradır. Öncelikle ekonomiye önem vermek lazımdır. Millete verimli ve yararlı elemanlar yetiştirmek ekonominin zorunluluklarındandır. Bunun için de Milli Eğitime birinci önceliği vereceğiz ... Bir millet ne kadar gelişmiş ve ilerlemiş olursa olsun yol gösterilmeye ve aydınlatılmaya muhtaçtır ... Bu yol gösterme ve aydınlatmanın millet içinde daha çok faal ve teşebbüslerinde başarılı olmuş insanlar tarafından yapılması lazımdır. Geçmişte ve hali hazırda olduğu gibi gelecekte de milletimizi refah ve mutluluğa kavuşturacak yollar için rehberlik etmek milli ve vicdani vazifemizdir ...”

Türkiye Cumhuriyeti, Batılılar karşısında başarılı bir mücadeleden sonra kurulmuş olmasına rağmen, Türkiye Batılı bir devlet ve Batıda kabul gören bir toplum olma hedefinden asla sapmamıştır. Çünkü Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK, modern dünyada ayakta kalmanın modern değerlere dayalı ve çağdaş uygarlığın aktif bir üyesi olmakla mümkün olabileceğini gözden kaçırmamış; esas hedefin, Batıdaki modern devletlerde varolan tüm kurumların ve değerlerin oluşturduğu özgün bir “Türk Devleti ve Türk Toplumu” inşa etmek olduğu ısrarla vurgulanmıştır: Atatürk için batılılaşma, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmada bir araçtır. O’nu çağdaşlaşmaya iten neden, yabancıların yönlendirmesi olmayıp Türk toplumunun kalkınmasının ancak bu yolla olacağına olan inancıdır. Bu nedenle Atatürk, modernleşme konusunda, Batıya tek bir ülkenin penceresinden bakmamış, batılı değerleri tüm insanlığın yarattığı ortak değerler sistemi olarak kabul ederek Batıya bir bütün olarak yaklaşmıştır. Böylece Batıya rağmen batılılaşmayı başaran Atatürk, batılılaşmayı Batının boyunduruğundan kurtulmanın bir aracı olarak kullanmıştır.

Türk toplumunu çağdaş uygarlık yörüngesine oturtma gibi büyük bir işin iki önemli yanı vardı. Birinci yan, gelenekçilik tutumunu yok etme işidir. İkinci yan, onun yerine bu yörüngeye uygun kuralları, örgütleri yerleştirmek, toplumun yeni kuşaklarını bu yörüngenin gereklerine göre yetiştirerek gelenekle çağ arasındaki geçiş köprüsünü kurmaktır. Bu açıdan Cumhuriyet dönemi devrimlerinin tümü bir yeniye yöneliş devrimidir. Asıl büyük sorun olan Saltanat-Hilafet çözümünden sonradır ki diğer toplumsal değişim yolları kendiliğinden açılmıştır. Hilafet sorunu bir din sorunu değil, siyasal bir sorundu. 1876’da Genç Osmanlıların anayasaya soktukları bu siyasal sorunun din işlerini de peşinden sürükleyişine artık bir son vermek gerekiyordu.

Din devleti görüşüne karşı ulus devleti görüşünün zaferi, modernleşme yolunda belli bir doğrultuda birbiri ardına gelecek bir dizi reformun kapısını açmış oluyordu. Bunların başlıcaları, eğitim, hukuk, yazı, dil ve genel olarak toplumsal yaşam ve kültür alanındaki değişmeler olmuştur. 1 Kasım 1922’de Saltanatın kaldırılması, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilânı ve 3 Mart 1924’te Hilafetin kaldırılması ile çok uluslu bir imparatorluktan milli bir Türk devletine, bir ortaçağ teokrasisinden anayasalı bir cumhuriyete geçiş tamamlanmıştır. Din devleti görüşüne vurulan darbe ise en son 3 Kasım 1928’de anayasadan devletle din bağlılığını kuran maddenin kaldırılmasıyla tamamlanmıştır.

Milli, çağdaş ve laik bir toplum meydana getirebilmek için milli bir eğitim sistemine ihtiyaç duyan Atatürk, 3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunu'nun kabulü ile, milli egemenlik ve tam bağımsızlık ilkelerini benimsemiş, milli birlik ve bütünlüğe önem veren yeni bir nesil yetiştirilmesini hedeflemiştir. O, yeni Türkiye’nin teminatı olarak gençleri görüyordu. Bu konuda:
“Gençliği yetiştiriniz. Onlara ilim ve irfanın müspet fikirlerini veriniz. Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız. Hür fikirler uygulama alanına konulduğu zaman Türk milleti yükselecektir.” demiştir.

Eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ile, halkın geri kalışında etkili olan geleneksel eğitim yöntemlerinin kullanıldığı medreseler kapatılarak eğitim kurumlarındaki eski ve yeni ikiliği ortadan kaldırılmıştır. Eğitim ve öğretimin birleştirilmesinin diğer önemli özelliği, ulusal eğitim kavramını getirmesi ve ilköğretimin devletin yetki alanı içine alınmasıdır. Atatürk, 1922 yılında yaptığı bir konuşmasında şu ifadeleri kullanmıştır:
“Cahillik yok edilmedikçe, yerimizdeyiz ... Yerinde duran bir şey ise geriye gidiyor demektir. Bir taraftan genel ... cahilliği yok etmeye çalışmakla beraber, diğer taraftan toplumsal yaşamda bizzat faal ve faydalı, verimli elemanlar yetiştirmek lazımdır. Bu da ilk ve orta öğretimin uygulamalı bir şekilde olmasıyla mümkündür. Ancak bu sayede toplumlar iş adamlarına, sanatkarlarına sahip olur. Elbette milli dehamızı geliştirmek, layık olduğu dereceye çıkarmak için yüksek meslek sahiplerini de yetireceğiz. Çocuklarımızı da aynı öğretim derecelerinden geçirerek yetiştireceğiz.”

1925’ten 1938’e kadarki aşama bu temel değişiklikleri tamamlayan, gerek toplum yaşamında gerek kişilerin yaşantısında bu değişiklikleri kökleştiren girişimler ve kuruluşlar olmuştur. Bu düşüncelerin hepsinin düşünce ve eylemdeki önderi, Kurtuluş Savaşı’nın da önderi olan Mustafa Kemal Atatürk’tür. Türk toplumsal gelişimi ilk kez olarak tutarlı ve tuttuğunu başaran bir önder bulmuştu.

25 Kasım 1925’te Şapka giyilmesi hakkında kanunun kabulü ile, Türk toplumunda, geri kalmışlığın simgesi olan Fes yerine tüm medeni toplumlarda kullanılan şapka takılmaya başlanmıştır. 30 Kasım 1925’te, Tekke ve za'viyeler ile türbelerin kapatılmasına ve bir takım unvanların kaldırılmasına dair kanunun kabulü ile Atatürk, Cumhuriyet rejimini devirerek yerine halifelik sistemini getirmeyi hedefleyen dervişlerin ve şeyhlerin birliklerini dağıtmış; toplantılarını, ayinlerini ve özel kıyafetlerini yasaklamıştır.

26 Kasım 1925’te, geleneksel İslami saat ve takvim düzeni uluslar arası saat ve takvim düzenine çevrilmiştir. 1926 Ekim’inde Atatürk heykel ve resimleri kamu yerlerinde belirmeye başlayarak yaşayan insanların tasvir edilmesine karşı olan eski İslam geleneği de bırakılmış oldu.

17 Şubat 1926’da kabul edilen Medeni Kanun, Türk toplumsal hayatına yeni bir düzen vermede en büyük etken olmuştur. Medeni Kanun, toplumsal hayatta yeni bir düzene götürücülükteki rolünden başka, toplumun bütünlüğünü de sağlamada anayasal hukuktan daha başarılı bir düzenleme görevi yapmıştır.
Türk milliyetçiliğinin ideolojik temelini geliştirmede, eserleriyle ve fikirleriyle kamu zihniyetinde imparatorluktan millete, dinden laikliğe, Doğudan Batıya geçiş için gerekli ilhamı yaratan, Türkiye Cumhuriyeti’nin entellektüel gelişmesine katkıda bulunan ünlü Türk toplumbilimcisi Ziya GÖKALP’in özellikle kadın özgürlüğü konusundaki fikirleri Atatürk’ün düşünce dünyasında büyük etki yapmıştır. GÖKALP, daha 1910’larda, evlenme, boşanma ve miras hukukunda, eğitim alanında kadınların erkeklerle eşit olmasını savunmuş; kadınların toplumsal ve ekonomik hayata, meslek ortamına erkeklerle eşit koşullarda ve tam olarak katılımlarını sağlamak için toplumsal ve ekonomik reformlar yapılmasını istemiştir.

“Daha esenlikle, daha dürüst olarak yürüyeceğimiz yol, ... büyük Türk kadınını ilmi, ahlaki, sosyal, ekonomik hayatta erkeğin ortağı, arkadaşı, yardımcısı ve destekleyicisi yapmak yoludur.” diyen Atatürk’ün önderliğinde, Medeni Kanun, yıllardan beri tartışma konusu olan kadının toplum yaşamındaki yeri sorununa geniş çözümlenme olanakları açtığı gibi kişi, aile ve iş ilişkileriyle uygunluk halinde olacak başka kanunlarla da çevrelenmiştir. Medeni Kanun, kadın haklarının öne çıkarılmasını sağlayarak nüfusun yarısının toplum hayatının dışında kalmasını önlemeye yönelik bir tedbirdir. Böylece kadının aile içinde ve çocukları üzerindeki etkisi hukuki durum ile orantılı olarak kuvvetlenmiş; Türk kadını eş ve ana vasıflarıyla kişiliğini kazanmıştır. Kişi ve soyadları, miras, özel mülkiyet, mukavele ve ticaret kanunları, borçlar, mali sorumluluklar, kanuni oturma yeri gibi medeni uygarlıkta kişi yaşamında önem kazanan alanlardaki gelişmelerin kaynakları Medeni Kanun’dadır. Medeni Kanun’un kadın hakları üzerine getirdiği yenilikler anayasayı bile etkilemiş; 1934’te kadınlara eşit yurttaşlık hakları, milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. Atatürk’ün dediği gibi:
“Bir toplum, bir millet erkek ve kadın denilen iki cins insandan oluşur. Mümkün müdür ki, bir kitlenin bir parçasını ilerletelim. Diğerini görmezlikten gelelim de kitlenin tümü ilerlemeye imkan bulabilsin? Mümkün müdür ki, bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere yükselebilsin? Şüphe yok, ilerleme adımları, dediğim gibi iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmak ve ilerleme ve yenileşme sahasına birlikte kesin aşamalar yaptırmak lazımdır. Böyle olursa inkılap başarılı olur...”

Türk toplumunu eski din geleneklerinden kurtarmanın en etkili yollarından biri de dil alanında atılmıştır. 1 Kasım 1928’de çıkarılan bir yasayla, Türk toplumunda geleneksel Arap harfleri yerine yeni Latin Alfabesinin kullanılması hükmü getirilmiştir. Türkçe’nin zenginliğine ve fonetiğine uygun Latin harflerinin kabulü, yalnız aristokratik bir dilin kırılması ve halkla aydınların arasının bulunması bakımından değil, Türk dilinin gelişimi bakımından da büyük bir devrim olmuştur. Alfabe-dil ayrılığı son bulmuş, kolay ve dile uygun alfabe, ulusal kültür politikaları için son derece elverişli bir araç durumuna gelmiştir.

Yeni bir Anadolu Türk vatanı fikrini zihinlere yerleştirmek isteyen Atatürk, halen mevcut olan İslami ve Osmanlı bağlılık duygularını yıkmak, Panislamik ve Pantürkist heveslere karşı koymak ve Türk ulusunda vatanına karşı yeni bir bağlılık yaratmanın aracı olarak tarihi seçmiştir. Bu amaçla 12 Nisan 1931 yılında kurulan Türk Tarih Kurumu’nun görevi, okullarda ve üniversitelerde kullanılmak üzere, vatanseverliği vurgulayan yeni tarih ders ve okuma kitapları yazmayı içine alıyordu. “İnsanların tarihten alabilecekleri önemli dikkat ve uyanış dersleri; bence devletlerin genellikle siyasi müesseselerinin kurulmalarında, bu müesseselerin esaslarının değiştirmede ve bunların dağılmalarında ve yok olmalarında etkili olmuş olan sebeplerin ... incelenmesinden çıkan sonuçlar olmalıdır” diyen Atatürk’ün isteği ile, 1932’de Ankara’da, Türkiye’deki tarih profesörleri ve öğretmenleri ile yabancı bilim adamlarının da katıldığı bir Türk Tarih Kongresi toplanmıştır. Kongre’nin amacı, Türklere Anadolu’nun kendi gerçek vatanları, çok eski zamanlardan beri millet olma niteliklerinin merkezi olduğunu öğretmek ve böylece millet ile ülke arasındaki eski ve yakın ilişkinin yani Batının egemen ulus-devletlerindeki vatancılık temelinin gelişmesini hızlandırarak Türk ulusal özsaygısına kuvvet vermekti. Bu çabalar sayesinde Cumhuriyetin okullarında ve üniversitelerinde yeni bir kuşak yetişmiş; bu kuşak için imparatorluk artık sırttan atılmış bir yük ve Türkiye Cumhuriyeti’nin şimdi alışılan dörtgen şeklindeki vatanı, bağlılıklarının odağı olmuştur. Atatürk, aşağıdaki sözleriyle, “ümmet” anlayışıyla şekillenmiş olan Türk toplumunda millet düşüncesini yerleştirmek için önce milli bilincin uyanmasını sağlayacak milli tarih araştırmasının yapılması gerektiğini en iyi bilen kişi olduğunu göstermiştir :
“Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, bütün Türk çocukları kendileri için lazım olan atılım kaynağını o tarihte bulabileceklerdir. Türk çocukları bu tarihten bağımsızlık fikrini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir.”

Bir milletin toplumsal varlığı, duygu ve düşünce tarzı, tarihi, kültürü ve geleceği ile dili arasında çözülmez bir bağ vardır. Bunu Osmanlı döneminde yaşadığı olumsuzluklar sebebiyle çok iyi bilen Atatürk, dilimizle ilgili bu hayati gerçekleri şöyle dile getirmektedir :
“Türk milletinin dili Türkçe’dir ... Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği pekçok tehlikeli durumlarda ahlakının, geleneklerinin, hatıralarının, çıkarlarının, velhasıl bugün kendi milliyetini oluşturan herşeyin dili sayesinde korunmakta olunduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.”
Osmanlı döneminde Türkçe’nin geri plana itilişinin sıkıntılarını bilen Atatürk dilin bilimsel olarak geliştirilmesi için 12 Temmuz 1932’de Türk Dil Kurumu’nu kurdurmuştur. Böylece Türkçe Arapça ve Farsça’nın etkisinden kurtarılmıştır. Aydın dili ile halkın dili, yazı dili ile konuşma dili arasındaki uçurum kapatılarak halk ile aydınların bütünleşeceği bir dil yaratılmaya çalışılmıştır.

Toplumsal değişimin önemli adımlarından biri olan ve 24 Kasım 1934’te kabul edilen Soyadı Kanunu’na göre her aileye iki yıl içinde soyadı alma zorunluluğu getirilmiştir. Kimse Paşazade, Hanzade, Beyzade gibi eski adları kullanamayacaktır. Atatürk, Mustafa Kemal olduktan sonra, önce Efendi sonra Bey olarak anılmış, daha sonra Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal olmuş, onu Paşalık izlemiş, Birinci Meclis’te Reis Paşa, Sakarya Zaferi’nden sonra Mustafa Kemal Paşa olmuş, nihayet 1934’te “Atatürk” soyadını almıştır.

Kıyafet İnkılabı, kadın hakları, uluslar arası takvim ve ölçü değişiklikleri ve Soyadı Kanunu’nun kabulü gibi reformlar, Atatürkçü milliyetçilikten esinlenen ve ülkemize ulusal kültür ve eğitim anlayışını getirmek isteyen Eğitim Birliği Kanunu, Yazı İnkılabı, yeni dil ve tarih anlayışı gibi inkılapçı uygulamalar Türkiye’de yeni bir toplumsal düzen yaratma amacını güden Atatürkçü modernleşmenin somut örnekleridir. Fakat toplumsal alanda en önemli modernleşme hareketinin ülkemizde gerçekleştirilen yeni hukuk düzeni olduğuna şüphe yoktur. Laik Cumhuriyet toplumunda, din esaslarına dayanan hukuk sisteminin yaşayamayacağı gözleminden hareket edilerek Laik Hukuk Sistemi kabul edilmiş; Laiklik ilkesi 5 Şubat 1937’de Altı İlke’den (Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkılapçılık) biri olarak Anayasa’daki yerini almıştır.

3. SONUÇ:

Türkiye Cumhuriyeti; tarihi zorunlulukların, çağın siyasi ve sosyal gelişmelerinin, Türk toplumunun ulusal özelliklerinin ve kaynaklarının ortaya çıkardığı, Anadolu Türk milli varlığının Misak-ı Milli sınırları içerisinde somutlaştırdığı, Mustafa Kemal Atatürk’ün kazandığı savaş ve yaptığı barış ile tüm dünyaya kabul ettirdiği büyük bir eserdir.

“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” esasıyla yola çıkan Türkiye Cumhuriyeti, bu evrensel ilkeyi bayraklaştıran bir devlet olarak Türk tarihinde özel bir yere sahiptir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK saltanatın kaldırılmasını takiben Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmalarda, milli egemenlik ilkesinin, ülke bütünlüğünün garantisi olan Misak-ı Milli ile aynı değerde olduğunu tüm dünyaya duyurmuştur.

Mudanya Mütarekesi’nin 11 Ekim 1922 tarihinde imzalanmasıyla biten askeri mücadeleden sonra Türk ulusunu tam bağımsız, çağdaş, modern bir toplum haline getirme çabalarının somut adımları savaş yıllarında başlayan eğitim ve iktisadi seferberlikle desteklenirken, Cumhuriyetin ilanını takiben adım adım gerçekleştirilen siyasi, idari, sosyal, kültürel, mali ve askeri tüm inkılaplar ve düzenlemeler Atatürk’ün çağdaşı olan devlet adamlarına örnek olmuştur.

İnkılapların halka anlatılması bir devlet politikası olarak benimsenerek Cumhuriyet anlayışı en ücra köşedeki vatandaşa kadar ulaştırılmaya çalışılmıştır. Mahalli bazı tepkilere rağmen toplumsal hayata yönelik önemli düzenlemeler çok kısa süre zarfında gerçekleşme şansı bulmuştur. Atatürk, Türk toplumundaki büyük karizması sayesinde bütün toplumsal güçleri Cumhuriyeti yaşatma ortak hedefi etrafında toplamayı başarmıştır.

Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski

sponsor reklamı

SPONSOR REKLAMI

derskonumesnk